Sepetim 0
Sepetinizde ürün bulunmuyor

YENİ BİR OĞUZNÂME: BİN YILIN GÖÇÜ

Mustafa Nihat Özön, “Geçmiş yüzyıllarda oluyormuş gibi birtakım olaylar icat etmek, bu olaylara çerçeve olarak bir çağın olaylarını ve yaşayışını vererek, hayalî kahramanlara gerçek süsü vermek, böylelikle tarih ve romanın ayrı ayrı uyandıracağı ilgiyi sağlamak” şeklinde tanımladığı târihî romanın, “romantizmin meydana getirip, usûl, kural ve geleneğini kurduğu bir çeşit” olduğunu ifâde eder; fakat bugün bu türün her zaman romantik okulun saçaklarından sayılamayacağını biliyoruz. Meselâ Benim Adım Kırmızı, Beyaz Kale gibi târihî bir dekora sâhip edebiyat eserlerinde târih gerçekten sâdece bir dekordur ve oradaki olay örgüsünü mutatis mutandis günümüze taşıdığınız zaman, aynı olay örgüsü yeni ve çağdaş bir sahnede de okunabilecektir. Gülün Adı gibi mâruf-ı cihân kitaplarda dahi hikâyenin polisiye-entelektüel dokusunu taşıyamayacağınız bir çağ olmadığı gibi, hikâyeyi çağdaşlaştırma imkânlarından da yoksun değilsinizdir. Hadrianus’un Anıları, Ben Claudius gibi örnekler de mezkûr eserlerle benzeşik bir bağlamda ele alınabilirler: Millî bir romantizmden beslenmezler; fakat –ne kadar indî olduğunun farkında olarak- bence, günümüze çağdaş izdüşümlerinin düşürülemeyeceği türde özgül târihî romanlardır; zîrâ bunlarda olay örgüsünden ziyâde ince bir işçilik ve kaynaklara sadâkatle yoğrulan Roma imparatorunu üç boyutlu bir karakter olarak bulursunuz. Yanlış anlaşılmasın, tereccuhla yazmak istemem; Baskervilleli William ve Adso da derinliği olan karakterlerdir; lâkin orada bizi cezbeden onların derinliği değil, o muazzam ortaçağ manastır ve kütüphânesinde gerçekleşen, bir kapalı oda cinâyeti kıvâmındaki esrarlı ölümler ve bunları taşıyan düşünsel zemindir: Aristo’ya rağmen Aristoculuk ve kitâbiyât da işin içine girdiğinde, her devrin taassup hikâyesine dönüştürülebilir Gülün Adı.

Bizde târihî roman denildiği zaman genellikle burada zikrettiğim eserlerden başka bir şey anlarız. Özön’ün de, tanımı îtibâriyle, bizim anladığımızı kastettiği açık. Alelumûm popüler târih anlatılarının ve târihyazıcılığının doğurduğu, milliyetçi bir romantizmin egemen olduğu bu türün bir zamanlar pek çok nesli besleyen ve büyüten örnekleri verilmişti. Bizdeki başlangıç, yine pek çok şeyin başında duran Ahmed Midhat Efendi’ye ve onun Letâif-i Rivâyât’ından Yeniçeriler’e dayanıyor. Tabiî hâce-i evvel burada da öğretme hevesiyle kalem oynatan bir didaktik olarak eserini telif etmiş. Hâce’yi pek bilen olmasa da, Namık Kemal’in Cezmi’si müfredâtımızda yanlış anımsamıyorsam hep yer almıştır; yine de bunlar târihî romanın temâyüz etmiş örnekleri değil. Ayrıca biz bu öncülerle de beslenmedik. Hepimize daha âşinâ gelen isimler olarak Ahmed Refik, Reşad Ekrem, onlardan da ziyâde, Atsız, Kozanoğlu, Turhan Tan, Kemal Tahir ve Tarık Buğra’yı biliriz. Telezzüz eşiğinin altında yer alan harcıâlem örnekler içinse Yavuz Bahadıroğlu’nu ve eserlerini zikretmek mümkündür. Artık o vâdide genellikle edebiyâtı bulamayız; üslûpsuz, yavan, dümdüz bir anlatıcılığın hâkim olduğu hızlı daktiloculuğun ucuz kurgularıdır bunlar ve mebzûl miktarda taklîdleri bulunmaktadır.

Yazıya ortasından başlayamadığım ve ala beleyle de yazmayı sevmediğim için konuya bir türlü gelemiyorum; fakat bu sâhanın mündericâtında târihî romanın ne kadar târihe yaslanması, kurguya ne kadar serbestlik tanıması gerektiği gibi hayâtî başlıkların da yer aldığını belirtmek gerekir. Ona da kısaca, Hasan Erimez’in yeni romanı Bin Yılın Göçü’nden (Birinci cilt: Alpler Çağı, Ötüken Neşriyat, Mayıs 2017, 448 s.) bahsederken, temâsa çalışacağım. Ben, bir neslin parçası olarak kendimi bildiğimden bu yana heyecanla okuduğum târihî roman yazarlarının ve epos şâirlerinin yeni tâkipçilerinin çıkacağı günleri bekledim. Nihâyet Basri Gocul ve Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun o çağıl çağıl şiir dillerinin muakkibi olarak Hakan İlhan Kurt ortaya çıktı. İptizâl etmiş millî târihî roman vâdisinde de ümîd-bahşâ bir kalem sâhibi olarak Hasan Erimez, ilk iki romanı Demirdağın Kurtları ve Kutlu Kağanlık’la sivrildi. Bu belirişlerin üzerinde, onların yalın, yapmacıksız, dağdağasız ve selîs dillerinin işlediği târihî olayların bütün ayrıntılarıyla ve böylesine özenle yükselebilmesindeki mahârete hayrân olarak, on sekizinci asır yazarı Samuel Johnson’un tesbîtinin ışıldadadığını müşâhede ettim: “Dâhilere övgüde bulunulacaksa eğer, ilk övgü destan yazarının hakkıdır; zîrâ destan yazabilmek, diğer yazı türleri için tek başına yeterli olabilen ayrı ayrı yeteneklerin tümünü birden gerektirir.” Sanırım bu meyânda Hasan Erimez’in dehâetini söylemek mübâlâğalı bir iş olmayacaktır. 448 sayfa boyunca Dede Korkud’u anıştıran teklemesiz bir üslûpla, yerli yerince kullanılmış arkaik veya hiç de iğreti durmayan çağdaş deyimler ve atasözleriyle Oğuz’un en esaslı yürüyüşünü, “Öküz boğan bazulu, kaya delen kargılı, demir biçen kılıçlı, yel ayaklı aygırlı” Kayıların bezbezesini ve yenilgilerini, insicâmını bozmadan hikâye edebilmek, ancak böyle tanımlanabilecek bir başarıdır ve Hasan ortaya, başarılmış, önceki kalem işlerine nazaran çıtası yükseltilmiş bir iş koymuştur.

Bin Yılın Göçü, sâde bir üslûpçuluğun hâkim olduğu, kalabalık roman kadrosunun imkânları nisbetinde karakterlerin derinleşebildiği; lâkin Göktürk Kağanlığı’nın yıkılışından “belâ yalı bir Oğuz” olan Çağrı Bey’in Rûm ülkesine açtığı sefere kadarki takrîben üç asırlık serencâmımızı tüm nisbetlerin üzerinde bir sühân-güzârlıkla anlatan bir epopedir. Diliyle atalarımıza ve örnek aldığı anlatı ormanlarındaki yüklü birikimimizin bütün unsurlarına, köklerimize ve düştüğümüz yollara saygı duruşu olmak üzere yazılmış gibidir. Roman, Uygurların Göç Destânı’nda, Hulin dağı veya Kutlu dağın kutsal taşlarının Çinliler tarafından götürülmesiyle yitirilen kut ve bereketi aramak üzere dağları, taşları, bütün mevcûdâtı “Göç!” diye ünletip budunu sevk eden kadîm bir anlatı izleğinin bir Oğuz uyarlaması etrâfında örülmüş. Başka bir kuruluş metnine, Vergilius’un Aeneis’ine göre, “tâlihin geri adımı yoktur”; fakat Oğuzun tâlihi çok kere ters döner ve ne zaman böyle olsa, bu antik çağrı tabiatın diliyle kendisini duyurur, bey kulağında çınlayıp Dış Oğuz’un beylerbeyi boyunu baht ve devlet uğrunda yollara düşürür. Roman, bu izleği omurgası yaparak en başta Göç Destânı’nı ve asırlar boyu göç yollarında târihin içine atılmak üzere yürüyen atalarımızı ta’zîm ve ta’zîz eden bir anıta benziyor.

Hasan Erimez’in büyük öyküsü, sâdece kurgusuyla değil, diliyle de bir anıt gibi dikilmiş. Çünkü onda, Oğuzların, Kayıların düşman elinde her yingelenişinde, kut bulup her derlenişinde, her toyunda, her hareketinde Dede Korkud lisânının ve Dede Korkud kahramanlarının tavrı tezâhür ediyor. Bu lezzeti bütün bir metin boyunca alıyorsunuz veya bâzen doğrudan bir alıntıyla Korkud’un alkışlı sesini duyuyorsunuz: Bayatluğ Bilig Ata’nın, “Anası kalın çeyiz düzen kız devletli; kızı ‘of’ demeye yetişince ana ondan devletli. Atasından mal kalsa oğul devletli; oğlu ad yüceltince ata ondan devletli. Çağı geldiğinde kından çıkmayı bilen kılıç devletli; akıl keskin olursa kılıçtan devletli. Beğleri beğ olursa Hân devletli; Hânı Hân yapmayı bilen beğler, Hân’dan devletli. Döşekte örten yorgan, çadırda tutan urgan, toprak yalı doğurgan hatunu varsa er devletli; erinden yeğ er dölü doğurursa hatun ondan devletli. Çobanın sofrasına çoban hatunundan evvel oturan davar devletli; davarı, yediğince doyurursa çoban ondan devletli. Bineni yiğitten olan at devletli; at yiğit olursa binen ondan devletli. Akmayı bilince su devletli; suyu küstürmeyince toprak ondan devletli. Dünyaya doymayınca hayat devletli; ömrü has iş ve de yiğitlikle geçene ölüm ondan devletli. Her işin şerrinden yeğ hayrı devletli; sonu hayırdan hayır çıksa şer ondan devletli. Bilmez milleti bildirince din devletli. İli il, töresi töre, Hân’ı Hân, alpı alp olursa Oğuz devletli. Kamu âlem içre her şeyden yeğ insan devletli; akıldan taşra kalan insandan hayvan daha devletli.” diye verdiği “kalın öğüdü”nde sanki Dede Korkud’un “yeğ”uyaklı soylaması yankılanıyor. Oğuzun yabgusu Kutluk, devlet güneşi sönüp göç yollarına düştüğünde ona, bir nevi “fata viam invenient” (“kader yolunu bulur”) fehvâsınca “Üzülme (…) Ahir zamanda hânlık gene Kayı’ya değer. Ol vakit kıyamete kadar da kimesne elinizden alamaz.” sözleriyle verdiği vaad tınılı tesellîde de Dede Korkud’un mukaddimesindeki “Âhır zamanda hânlık gerü Kayı'ya dege. Kimesne ellerinden almaya, âhır zaman olup kıyâmet kopınca” uzgörüsü parlıyor. Öyle anlaşılıyor ki Hasan, Kayı Beyi Kutluk’u yabguluk tahtına oturtup han yaparken bu “hânlık gerü Kayı’ya dege” sözünden almış ilhâmını. Öyle ya, bu va’ad, yani hanlığın tekrar Kayı’ya geçmesi, böyle bir hâdisenin önceden vâkî olduğu anlamına gelir. İşte Hasan o târihî şe’niyeti Oğuz Yabgu Devlet’inde bulmuş.

Yine Kutluk’un kengeşine katılan Oğuz beylerini anlatırken kullanılan “Kayı’nın en sadık yoldaşı, on çağında vahşi yılkılardan çakır donlu atlar kementleyip kaba kötekle ehlileştiren Bayat beği Künaldı”, “oba bastırıp adlı yüzlü beğ atlarını çektirmekle ünlü, at düşkünü Afşar beği Ayna”, “Üç dişli kargı ile böğür sançan, çifte kılıç ile er meydanında yağı biçen, kısrak sırtı çökertecek denli iri yarı, öküz boynuzlu börk ve tolga giymekle ünlü Öküz Başlı Tala”, “Ruz Nehri’nde sallar yüzdüren, meşhur baltası ile er meydanlarında kan yürüten Çavuldur Beği Kerkülü Alp” gibi kalıplar da Dede Korkud’un bahadırlarının kullandığı takdim kalıplarından ödünç alınmış: “Demirkapı Derbend’indeki demir kapıyı tepip alan, altmış tutam ala gönderinin ucunda er böğürten, kazan gibi pehlivanı üç kez atından yıkan Kıyan Selcük oğlu Deli Dündar”, “Altmış erkeç derisinden kürk yapsa topuklarını örtmeyen, altı öveç derisinden külah yapsa kulaklarını örtmeyen, kolu budu sırık gibi, uzun baldırları ince, Kazan Beyin dayısı, at ağızlı Aruz Koca” ilh. Bu kalıplar, Atsız’ın Bozkurtlar’ında da karşımıza çıkmıştı, hatırlayalım: "Kılıcı çakından keskin, savaşta yağıya baskın, ağaç söken Kül Çur", "Attığı ok şaşmayan, attan yere düşmeyen, Çin'e akın ettikte on tümen mal taşıyan, Çuluk Kağan ölünce Çinli vurup yaşayan Yüzbaşı Işbara Alp", "Kırk defa Çin'e akın etmiş, üç kardeşi savaşta, ataları dövüşte, dedeleri kırışta ölmüş, Binbaşı Makaraç Alp".

Hasan, edebiyâtımızın derinlerine uzanırken, kahramanlarına bengü taşları da hatırlatır. Ay Kuluk der ki; “Adı görklü Bilge Kağan Ata dahi kaba kaba taşlara kazımamış mıdır ‘Çinlinin ipeğine, malına ve de tatlı diline kanmayın,’ diye.” Hatta Ay Kuluk’tan asırlar sonra, Müslüman Toytimur Fakı Baba bile aynı sözü “Bilge Kağan nâm atamız”ın “bilge sözü” olarak aktarır. Böylece burada, Türkçü târih kateşizmasının, Türk târihini bir bütün olarak gören temel ilkesi de belirir. Hasan’ın, eski – yeni göndermeleri içinde çağdaş edebiyâtta tek selâm verdiği isim Atsız da değildir. Tuğra’nın, “gönül yedirip canına boyandığı” Sırma Yaylı Burçak’a obanın dışında “hörelenme”si, Burçak’ın “azan kurda kızan köpek” olması ve bu tatlı seviş ve süyüşün kaynağı Devlet Ana’daki “otuz iki oyunu ve de yirmi bir düzeni ardı ardına ulayıp 'pes edene yuf' diye and içip dilden elden belden düşene kadar uğraş”an oğlan ve kızın ezişmeleridir; tek fark, Hasan’ın daha müeddeb olmasıdır; zîrâ onun kahramânının murâdı salt sevdiğinin iki yanağına yazılmaktır.

Bin Yılın Göçü’nü lezzetlendiren ve metne renk katan en önemli unsur deyim ve atasözleridir: “kirpikle harman süpürmek”, “tuz çörek yiyişmek”, “kızılı çıkmak”, “çökeleği kurtlandırmak”, “soldan konuşmak”, “sağdan konuşmak”, “şeker yemek” gibi deyimler, hiçbir zorlama hissi uyandırmadan ve horlanıp iptizâl etmeden kullanılmış. Hasan’ın bu dil malzemesini toplamak için epey sözlük ve kitap karıştırdığı belli oluyor. Bir muhâveremizde, yazarken başucu kaynağı olarak Derleme ve Tarama sözlükleri ile muhtelif Türk lehçelerine dâir sözlükler ve eski Anadolu Türkçesinin Menâkıb-ı Kudsiyye, Süheyl ü Nevbahâr, Yazıcızâde Ali’nin Selçuknâme’si, Âşıkpaşazâde Târihi gibi pek çok mühim eserlerini ve muhtelif Yunus Emre dîvânlarını zikretmişti. Bunlara, yaşadığı Adana ve havâlisinin çağdaş söyleyişlerini de ilâve etmiş olmalı. Böylece bir dilci gibi çalışan Hasan Erimez, Bin Yılın Göçü’yle, sâdece bizi heyecana sevk edip keyifli bir büyük hikâye okutmuyor; dağarcığındaki malzemeyi işleyip eli kalem tutan insanlara râci’ bir özgün dil faaliyetinin mîrî mala kaydedildikten sonra dönüştürülüp yeniden kullanılmasını özendirecek beceriyi göstererek, Türk diline de hizmet ediyor. Yoksa Mete’nin, Bâbür’ün, şu veya bu, ecdâd-ı i’zâmımızın büyük işlerini okumak istersek, roman değil târih kitabı okumayı tercih edebiliriz. Millî târihi işleyen bir romandan beklentimiz, kıssaperver rûhumuzu kandırmasından ziyâde, bunu dilimize hizmet ederek yapması ve bizi böylece şâd etmesidir.

Hasan, büyük hikâyemizi kurgularken coğrafyayı da ustaca istimâl etmiş. Romanı okurken, hazırladığı geniş bir İç Asya haritasında dolaştığını, ırmak ve dağ isimlerini özenle seçip menzilleri, mesâfeleri hesapladığını anlayabiliyorsunuz. Öyle sanıyorum ki kendisini aşmak isteyen Oğuzlara mezar olduğu için yaratıcı bir muhayyilenin eseri olarak Guzyutan adını verdiği dağ, Şecere-i Terâkime’de adı zikredilen Oğuz Kağan’ın atalarından Bakuy Dip’ten adını alan Bakuy Dip Dağı ve Kızıl Kalkan Dağı ile birkaç nehir dışında coğrâfya unsurları, büyük oranda gerçektir. Bu geniş coğrafyada hâlâ vârolabilecek boşlukları kendi tasavvuru ile dolduran romancının bilhassa göçebelerin, memâlik ve mesâlik yazarlarının sınırları dışında kalan bâkir toprakları gönlünce isimlendirmesinde bir beis yoktur. Hasan, silsile hâlinde verdiği Kayı beylerinin isim ve hikâyelerini de kurgulamakta serbesttir; orası, eski destan yazıcı ve şehnâmecilerin özgür hayalhânelerinin de nasıl çalıştığını anlamamızı sağlayabilecek antropolojik imkânları sunan bir terra incognitadır ve târihin elinden tutmadığı yerde yazarın özgür bir historiograf gibi temâyüz etmesini ve gücünü göstermesini sağlayan keyifli boşluklardan oluşur.

Ancak Hasan ne zaman târihî bir isme yer verse, birincil anlatılardan okuduğumuz tanıdık çehreleri de başarılı bir şekilde yansıtmıştır. Mesela Kereküci’nin oğlu Tugşırmış’ı çadırcı bir Kınık olarak gördüğümüz ân, târih ve efsânenin karıştığı bulanık imajların arkasından, Tugak’ın neslinin ve Selçuklu yükselişinin romanın omurgasına eklenecek mevsuk anlatı olacağını hissedebiliyoruz. Bu isimler eski Selçuklu kaynaklarında geçmemekte; fakat Reşîdüddin’in Oğuznâme’sinde Keraküçi Hoca ve Toqsurmış olarak zikredilmektedirler. Ayrıca romanda Tugşırmış’ın heyecanla yanına gelip rüyâsında kargı sançması misâli kaburgalarını çatırdatıp göğsünden çıkan ağacı anlattığı Emeran Kâhin, Amiran Kâhin adıyla, bu rüyâ ve rüyânın hayrına nezredilen kurbanlarla birlikte aynı Oğuznâme’de mukayyettir. Böylece Hasan, vifâk içinde miyiz bilmiyorum, muhtemelen romanının ikinci cildinde Kayı’nın yükselen tâlihinin de alâmeti olacak Ertuğrul’un rüyâsıyla düğümleyeceği epik bir armayı, ilk kavuştak olarak anlatısına ustaca yerleştirmiştir.

Hasan târihî gerçekliğin kıyılarında dolaşırken, Müslümanlaşma vetiremizin tasarımsal ezberlerine de uzak duruyor ve bu işin öyle kolay olmadığını da hissettiriyor. Süreç uzun ve sancılı olmuş, hatta bu sebeple isyanlar zuhûr etmiş ve Kayılar yabguluk tahtını kaybetmişlerdir; fakat kamu Oğuz’un gönlü “Hak Yalavaç Mehemmed Baba”nın dinine ısındıkça, binlerce çadır halkının ihtidâ ettiği de kaynaklarımızda geçer ve bu sahneler Hasan’ın dilinden çağıldayarak dökülür: “Kamu Kayı’nın tam kelime-i şehâdetle gürleyeceği anda Uraz Koca asayı kaldırdı ve ‘Kaba asaya bir Musa Kelimetullah mucizesi hey Tanrı Teâla ve de bismillah!” deyip asasını ırmağa acı kuvvetle vurdu. Vurur vurmaz ağır akan su gök gürlemesi gibi köpürüp cûşa geldi. Aynı anda kamu Kayı’dan hem şaşkınlık ünlemesi hem de en nihayet kelime-i şehâdet koptu. Coşkun ırmak, Kayı’dan kelime-i şehâdeti alıp deli seller gibi akmaya koyuldu. Yatağına isyan eder gibi akan ırmak, kaynar göletli dağın iki kat dibinden geçip bir obaya vardı. Orada da bir Dış Oğuz oymağı fakıların önüne oturmuş, ihtidâ sarayına yürüyordu. Tam kelime-i şehâdet getirdikleri anda ırmak da önlerinden gümbürdeyip geçti. Ve sonra bir kuru vadinin bağrından geçti, bir İç Oğuz obasına vardı. Orada da kelime-i şehâdetle aynı anda şorlayıp gümbürdeyerek geçti. Irmak çıldırdı, devcileyin bir sürüngen gibi yatağında akadurdu. Kırk obadan geçti, kırk obadan kırk kelime-i şehâdet ile kırklandı, kırk obayı coşkun suyuyla kırkladı, her bir obadan kelime-i şehâdet alarak başka obaya götürdü. Sularında kelime-i şehâdet taşıdı, bir obadan başka obaya nice dağlar, tepeler, ovalar, çoraklar, yeşiller geçip kamu âleme Oğuz’un ilk ihtidâ muştucusu bu ırmak oldu. Böylece aktı ve en nihayet binlerce çadırlık Oğuz’un ihtidasına şehâdet ettikten sonra huzurla dinginleşti ve bilinmez uçlara doğru aktı.”

Nihâyet Bin Yılın Göçü’nün birinci cildinin, bahtımızın şâhikalarına yükseldiğimiz son bölümünde Çağrı Bey'in, kut peşindeki Oğuzlarıyla, “çalık seğirip tozu dumana katan alpler”inin dumrı, davul, boru ve uranlarıyla sarsılan bir hengâmda, çıktığı Rûm seferinin ilk satırlarını okuyarak, onlarla birlikte târih sahnesinin en heyecanlı doğuşlarından birine doludizgin atılırız. Bu atılışta, edebiyâtımızda pek çok tecrübelerden sonra yeniden büyük epik anlatılara yönelinebileceğinin işâretleri görülebilir mi veya millî-târihî romancılık, oğuznâmecilik, destan şâirliği gözümüze yeniden çarpmaya neden şu sıralarda başladı? Bunların toptancı cevaplarını bilmiyorum; daha çok ürün görmemiz gerekir ve ayrıca ben, bu ilmuhaber çağında insanın eklektik anlağına inanır ve her anlatı veya sanat türünün aynı zamanda revaç bulabileceğini düşünürüm. Erimez ise başka bir çağın eserini günümüze getirmiş gibi görünüyor. O, bin yıl önce yaşasa, muhtemelen Korkut Beğ’in Oğuz ilinin en yahşi tepesine kurduğu otağ ve sayvanlarda konuklayarak Oğuz destânını düzdürdüğü yazıcılardan biri olur ve yazdığı da büyük menâkıbımız olarak geleceğe intikâl ederdi. Varsayalım, bugün yazmış. Ötüken Neşriyât’ın ve hassaten Kadir Yılmaz’ın en değerli keşfi olan Hasan Erimez’in revnaklı kalemi, gencecik yaşında kendisini millî târih romancılığının büyük isimlerinin arasına yükseltmiştir. Bundan sonrası, edebiyat târihçilerinin kalemine kalmıştır.

 

Göktürk Ömer Çakır 

Türk Yurdu, 359, Temmuz 2017, s. 81 – 84.



Kitabınız sepetinize eklendi
Kapat