Sepetim 0
Sepetinizde ürün bulunmuyor

YAZARAK İNCİNMİŞ RUHLARIMIZI SAĞALTIYORUZ

Öğretilmiş çaresizlik kavramına, ayağından bağlı filler, cam bölmedeki köpekbalıkları ile aşinaydık. Ama bir hikâye kitabına da isim olması şaşırtıcı geldi. Gerçi hikâyeleri okuduktan sonra ‘Bu kitaba bundan daha güzel bir isim olamazdı.’ diyor insan. Siz isimi belirleyip sonra kitabı yazanlardan mısınız? Yoksa kitabı yazıp sonra ismini koyanlardan mı? Bu kitabın serüvenini biraz anlatabilir misiniz? Evet, haklısınız; “öğrenilmiş çaresizlik” aslında davranışçı bir psikoloji kuramının adıdır. Böyle söyleyince fazla bilimsel geliyor kulağa. Ama hayatımızın tam da merkezinde yer alacak kadar iç içeyiz onunla. Karakterimizin kaderimizi oluşturduğunu düşünenlerdenim ben. Bu kitaptaki altı hikâye boyunca bizim karakterimizi, buna bağlı olarak da kaderimizi belirleyen öğrenilmiş çaresizliklerimizi anlattım. Bu yüzden kitaptaki bütünlüğü sağlamak adına böyle bir isim düşündüm. Hatta düşündüm demek, yanlış olur; bir şimşek çakımı belirdi zihnimde, daha tek bir satır yazmamışken, kitap üzerine notlarımı dahi almamışken. Şiddet üzerine, özellikle de toplumumuzdaki fiziksel şiddetin yoğunluğu yüzünden hep ihmal edilmiş olan psikolojik şiddet üzerine yazma düşüncesi uzun bir süredir vardı bende. Bir kurtçuk gibi beynimi kemirip duruyordu bu düşünce. Nihayet hazır olduğumda, tabiri caizse şartlar olgunlaştığında, ortaya içime sinen bir kitap çıktı. İtiraf etmeliyim ki, ilk defa bir kitabımın ismi, daha kitabı yazmaya başlamadan, daha onu bir fikir olarak zihnimde taşırken ortaya çıktı. Ortaçeşme – Kadıköy hattında çalışan 15 F otobüsünün normal bir günündeki bir seferindeki yolculularının hikâyesi var kitabınızda. Hikâye kitaplarında pek görmediğimiz bütünlüklü bir kitap ‘Öğrenilmiş Çaresizlik”. Sanki baştan sona doğru okuyunca bir roman tadı da değiyor damağımıza. Siz kaleme alırken böyle düşündünüz mü hiç? Benim amacım, ortak teması şiddet olan bir hikâye kitabı yazmaktı. Böyle bir kitap için daldırma tekniğinin çok uygun olacağını düşündüm daha en başından. Yani bir hikâyedeki yardımcı kahramanların, kitaptaki diğer hikâyelere geçildiğinde ana kahramana dönüşmesi şeklinde ilerleyen bir teknik. Acemiliği affetmeyen, en ufak kusuru dahi hemen açığa çıkardığından çok dikkat isteyen. Ama hikâye formuna da çok yakıştığını düşünüyorum daldırma tekniğinin. Böylece hikâye kitaplarında da romana özgü bir bütünlük oluşturulabileceğini ispatlamaya çalıştım. İçime sinen bir kitap oldu “Öğrenilmiş Çaresizlik”. Ama bu kitabın kesinlikle bir hikâye kitabı olduğunda da ısrar ediyorum. Ben hikâye sevdalısı bir yazarım. Böyle bir bütünlük oluşturmuş olmam kitabımda, benim romana geçiş için bir hazırlık yaptığım izlenimi uyandırmasın. Hikâye hep baş tacımdır, bilesiniz. Mümkün olduğu kadar kendimi hizmetkârı saydığım hikâyenin sınırlarını zorlayarak bakış açılarını genişletmeye çalışıyorum, diyelim. Kitapta yer alan 6 hikâyenin kahramanlarının ortak bir yönü var. Hepsi de özellikle çocuklukta yaşadıkları büyük acılar nedeniyle hayata pamuk ipliği ile tutunmuş ‘kaybedenler’ olması. Belki de bizim ülkemizin bir panoraması var kitapta. Özellikle 60, 80 darbeleri, sağ sol çatışmaları, modernizim merakımız ve kapitalizme esir düşme süreci gibi bunalımlar yaşayan son 30-40 yıllın çocuklarının sadece bir otobüs değil bir ülke dolusu olması gerçeğiyle karşı karşıyayız. Sizin çocukluğunuz nasıldı ve hikâye kahramanlarınızın çocukluklarına şahit olduklarınız oldu mu? Bence öğrenilmiş çaresizliklerimiz, siyasi bakışımızdan ziyade toplumsal bakışımıza dayanıyor. Çoğumuz çocukluğumuzda farkında olmadan psikolojik şiddete maruz kaldık, anne veya babası, öğretmenleri, arkadaşları tarafından. Bize evde söz dinleyen evlatlar, okulda çalışkan öğrenciler, sokak oyunlarında arkadaşının tahakkümüne boyun eğen taraf olmamız dayatıldı. Tüm bunlar ruhumuzda, o yaşlarda derinliği tam da anlaşılamayan, ama hayata atıldığımızda, aldığımız kararlarda ancak kendini göstermeye başlayan yaralar açtı. Üstelik şiddet gören bu çocuklar da zamanla şiddet gösteren yetişkinlere dönüşüyor, eşine, çocuklarına… Bu yüzden günümüzün siyasi bakış açıları değişmekle birlikte çocuk yetiştirmedeki o tahakküme dayalı terbiye algısı pek de değişmediğinden psikolojik şiddet hala devam ediyor. Ben de tüm bunlardan nasibini almış, öğrenilmiş çaresizliklerini yaşamış, yaşamaya devam eden biriyim elbette. Çocukluğum 80’li yıllarda Karadeniz’in yeşil gözlü ilçesi Çarşamba’da geçti. Babam öğretmendi orada. Annemse herkesin tanıdığı çok ünlü bir terzi. Nereye gitsek, “Kimin çocuklarısınız”diye sorsalar kardeşimle bana, babamın değil de annemin adını söylerdik, hemen aydınlanırdı yüzler. Mutlaka herkese bir elbise dikmişliği vardı annemin. Çok meşguldü, geceli gündüzlü dikiş makinesine asılırdı, o makinenin sesiyle uyur, yine uyandığımızda o makinenin sesi. Annem hep sinirli olurdu, bize sevgisini gösteremeyecek kadar yorgun. Bizi sevdiğini bilirdik ama, çocuğuz işte, yine de annemiz bize sarılsın, öpüp koklasın isterdik. Babam her ne kadar bize sevgisini bol bol göstermiş olsa da, demek ki annemin sevgi eksikliğini dolduramamış. Üstelik daha sonraki yıllarda o eksikliğin telafisi de mümkün olmuyor. Annemi çok üzmek istediğim, incitmek istediğim anlar olmuştur bu yüzden. Onunla sağlıklı bir anne-kız ilişkimiz olamadı maalesef. Kardeşimin birkaç yıl önce ölümü, aramızdaki o inişli çıkışlı ilişkiyi bitirir gibi oldu. Artık ikimiz de tırnaklarımızı göstermiyoruz birbirimize, ikimiz de büyük acılar yaşadık. Sanırım bir evladını kaybetmiş olmak, onun hayata bakışını değiştirdi. Benim için de annemim yüzüne yerleşen yaşlılığın çizgileri ve evlat acısının izleri, ona olan kırgınlığımı bitirdi. Bütün bu yaşananlar, elbette kitabımdaki çocuk kahramanların ruhuna da sindi. ‘Bir yazarın en büyük arşivi çocukluğudur.’ Pavase. Bunu alıp şöyle bir cümle haline getirsek herhalde pek yanlış olmaz: Bir insanın en büyük acılarının kaynağı çocukluğudur! Kesinlikle katılıyorum buna. Babasıyla dostça karşılıklı konuşamayan erkek çocukları, anneleriyle duygularını paylaşamayan kız çocukları, sürekli başarıları karşılaştırıldığı için hep rekabet içinde olan kardeşler, sınıf içinde arkadaşlarının alay etmesinden, öğretmeninin kızmasından korkarak soru soramayan öğrenci, sokakta oynarken güçlü olanın kuralları koyması karşısında itiraz edememek, tüm bunlar, çocuk ruhumuzda yaralar açıyor ve yetişkinliğimizde de bu yaralar kanamaya devam ediyor. Kitabınızda oldukça geçmişe geleceğe dönüşler var. Günlüklere, radyo konuşmalarına atıflar var. Bu açıdan hikâye kitaplarında görmediğimiz bir zenginlik hâkim hikâyelerinizde. Bu sizin bilinçli bir tercihiniz mi? Kitapta bilinç akışını kullandım, hatta bilinç akışının da farklı şekillerini. Yaralı ruhların travmalarını anlatırken bilinç akışı, bana geniş bir özgürlük tanıdı. Kahramanlarım şiddete maruz kalmış, naif kişilerden oluşuyor. Şiddet gören kişiler, sürekli geçmişle hesaplaşma halinde olduklarından sağlıklı düşünemezler, hep bir us yarılması söz konusudur onlar için. Bu geçmişe dönüşleri, zaman sıçramalarını en iyi bilinç akışını kullanarak yapabilirdim. Günlükleri, radyo konuşmalarını, mektupları özellikle uzun hikâyelerin içine serpiştirdiğimde, anlatımdaki monotonluğu kırdığını fark ettim. Üstelik böylece metinlerarasılığın ve üstkurmacanın da avantajlarından faydalanmış olduğumu söylemeliyim. Elbette bu yaptıklarım yeni şeyler değil, daha önce de kullananlar olmuştur.Ama Orhan Pamuk’un söylediğine katılacak olursak “Edebiyatta yaratıcılık,daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirmekle başlar.” Ben de daha önce ayrı ayrı defalarca kullanılmış olanı, bilinç akışı ile daldırma tekniğini, bir araya getirerek, hikâye formunun içine yerleştirerek farklı bir şeyler yapmak istedim. Umarım başarmışımdır. Selamsız hikâyenizde ‘Asuman onu gammazladı, sonra annesi terk etti, sonra babası öldü, çocukluğu öldü, sonra…’ diyerek kahramanın acılar karşısında çaresiz kalmasına yol açan durumu okurken âdete bir Kemalettin Tuğcu hikâyesi içinde hissediyoruz kendimizi. Toplumuzun ve bizim acılarımız bu kadar keskin, tarif edilebilir ve anlaşılabilir mi? Aslında Kemalettin Tuğcu, Türkiye’nin Charles Dickens’ıdır bana göre. Her iki yazar da toplumun dışladığı, ezilen çocukları işaret etmiştir okura. Oysa bizim eleştirmenlerimiz Kemalettin Tuğcu’yu duygu sömürüsü yapmakla suçladılar ve yıllarca dışladılar. Çocukluğumda gizli gizli okurdum Kemalettin Tuğcu romanlarını, Türkçe öğretmenimiz istemezdi onun kitaplarını okumamızı. Ah, ne çok ağlamışlığım vardır o kitapları okurken. Hep sevdim Kemalettin Tuğcu’nun romanlarını, dünyada kötülük olduğu kadar iyiliğin de olduğunu öğretti bana. Keşke öğretmenler bu merhameti bol yazarı okutmaya devam etseler öğrencilere, veliler bizzat kendileri okusalar çocuklarına bu romanları. Hikâye kahramanlarınız gerçeğinden uzaklaşmış, hurafelere teslim olmuş, geleneksel din algısına sahip olmaları da bu derin kırılmalarda yol açtığını görüyoruz. Ramazanda içmeyen ama sonra zıvanadan çıkan, çocukluğunda camiye giden sonra içindeki boşluğu büyüyen kahramanlar dindarlık algımızdaki sorunları da yansıtıyorlar bir yandan. Bunun da öğrenilmiş çaresizlik hastalığımızda etkin bir neden olduğunu düşünüyorum. Siz yazarken böyle bir bakış açısına sahip misiniz? Dindar insanla “dinidar” insanı karıştırmamalı. Namazını aksatmadan kılıp, orucunu tutan, sonra da karısına, çocuğuna şiddet uygulayan, komşu hakkı, kul hakkı gözetmeyen, gönül inciten “dinidar” insanlar o kadar çok ki toplumda. Özellikle “Haroşe” hikâyemde altını çizmeye çalıştım bunun. Ama elbette ders vermeye kalkışmadan, bilmişlik taslamadan kimseye. Hikâyelerimde didaktik olmaktan özellikle kaçınırım. Zira didaktik olmak, ders vermek hikâyecinin görevi değildir. Yazar, ancak kalemiyle işaret eder, herkes istediği kadarını, istediği şekilde görür, işitir. Kitaptaki kahramanların bazıları da oldukça entelektüel. Kafka, Nietzche okuyup, şiir yazan, kitaplar bastıran, ‘Kişilik kaybı da, kan kaybı kadar önemlidir’ diyen entelektüellerin en yakınındakilerin öğrenilmiş çaresizliğini artırması ile bu temel sorunların toplumun her katmanına sirayet ettiğini görebiliyoruz. Kişilerden ziyade toplumun dna’sına işlemiş bir durum sanki bu. Çok güzel ifade ettiniz, toplumun dna’sına işlemiş bir durum, evet. Şiddet mağduru da şiddet gösteren de toplumun her kesiminden çıkabiliyor. Sanılmasın ki, şiddete en çok meyledenler ve şiddet görenler eğitimsiz kişilerdir. Öğretmenliğimin avantajlarını da kullanarak ve elbette çevremde yaptığım gözlemlerden de çıkardığım üzere, şiddet duygusu insanın çok derinlerinde yatıyor. Eğitimle sadece maskeleyebilirsiniz bu duygunuzu. Ama ortam uygun olduğunda, kişiliği zayıf bir kadın karşısında mesela ya da sizin sevginize ölesiye muhtaç bir çocuk, işte o zaman maskesi düşer şiddetin. “Gölgenin Hareketi” hikâyesindeki akademisyen Tayfun da bunun örneğidir. Toplumumuzda bizzat benim de tanıdığım, sizin de dikkatli baktığınızda seçebileceğiniz öyle çok Tayfunlar var ki, “hassas mizaç(!)lı” diyorum ben onlara, kendi ayağında nasır olduğu için başkasının ayağına basmaya çalışan, bunu da kibarlık maskesi altında gizleyen. Kitapta en çok içime dokunan yerlerden biri de annesi ölmek üzere hastane odasında bekleyen kahramanızın, annesinin ölüm anında odaya gelen doktorların ‘Hasta yakınını dışarı çıkarın!’ dediğinde ‘Hiç yakın olmadık biz, hep mesafe vardı aramızda.’ demesi. Bizim öğrenilmiş çaresizliğimizin en temelinde bu cümle yatıyor diye düşünüyorum. Anneyle, babayla, kardeşle yakın olamayanların büyüyünce oluşturdukları çaresizler korosu böylesine hikâyelerin de kurgusunu oluşturuyorlar. Yakın olabilsek bu hikâyeler yazılmaz mıydı? Yazar kişi, hayatla bireysel bağlamda derdi olan, ruhunda travmalar barındıran kişidir ve bu travmalar çocukluktan beslenir. Siz de yazarsınız, bunu çok iyi bilirsiniz. Hüzün burcundandır yazarlar ve şairler. Bastırılmış öfkeleri, kırgınlıkları vardır hayata dair. Oysa mutlu bir çocukluk, ileride sağlıklı düşünen yetişkinler demektir. Anne ile baba ile kurulan sağlıklı ilişkiler, mutluluğu beraberinde getirir. İşte o zaman mutlu yetişkinlere dönüşürsünüz yıllar içinde, işte o zaman yazma ihtiyacı da duymazsınız zaten. Zira yaptığımız şey, yazarak incinmiş ruhumuzu sağaltmaktır bir yerde. Kitap biterken her gün kırmızı ışıklarda, caddelerde ve haberlerde karşılaştığımız sokak çocuğuna sesleniyorsunuz: ‘Dışarda kötülük var hep, evlerin içinde sevgisizlik. Sen kötülüğü seçtin çocuk. Kötülük insanı güçlü kılar. Sevgisizlik gücünü tüketir insanın.’ Gerçekten öyle midir? Kötülük, ruhumuzun kırılganlığını gizler, bize kalkan olur. Sevmek ise ruhumuza ayna tutar, bizi zayıf kılar. Kimse ruhundaki incinmişliklerin dışarıya yansımasını istemez, zayıf görünmek istemez. Bu yüzden sevgilerimizi gizliyoruz, gücümüzü elimizde tutabilmek için. Hikâyeleriniz bir taraftan öğrenilmiş çaresizliği resmederken, tersten bir okuma ile de umudun, hayata tutunmanın, yaşam kavgası vermenin ipuçlarını paylaşıyor. ‘Sizin hikâyelerinizin tüm bu karanlık tabloya karşın ümit veren bir yüzü de var!’ desek doğru demiş olur muyuz? Böyle düşünen biri, hikâyelerimin gizli dilini de çözmüş demektir. Haklısınız, her şeye rağmen hayat bize verilen bir armağandır ve yaşamaya değer. Eğer bize ruhundan üfleyen büyük güce inanıyorsak, O’na güvenmeliyiz de. Ben her zaman iyimser oldum hayata dair ve hikâyelerimde de; karamsar insanlardan da hep uzak durmaya çalıştım. Onların ruhundaki karanlığın –ister bir yazar olsun bu kişi, ister yakınlarımdan biri- benim ruhumu karartmasına izin vermedim. İnsanlar cenneti de cehennemi de öncelikle içinde taşır, bize her zaman tercih hakkı verilmiştir, öğrenilmiş çaresizliklerimizden kurtulabiliriz. Bize armağan edilen iradeyi fark edebilirsek, bunu başarabiliriz, evet. Nitekim “Ay Tutulması” hikâyesindeki Oya, bunu başarabiliyor. Başkaları da başarabilir. Bu kitabı bitirince insan düşünmeden edemiyor. Acaba benim çocukluğumda yaşadığım olaylar bende bir öğrenilmiş çaresizlik oluşturdu mu diye. Bu durum insanın kendi kendine algılayabileceği bir durum mudur? Yoksa bir yazar olarak siz dışardan daha net mi görebiliyorsunuz? Hepimizin öğrenilmiş çaresizlikleri var, mutlaka var. Sadece çok azımız gerçeklerle yüzleşme cesaretini göstererek bunu kendimize itiraf edebiliyoruz. Ama şu da bir gerçek ki, öğrenilmiş çaresizliklerimizi öncelikle kendimize kabul ettirmeden onlarla başa çıkamayız. Bundan sonraki hikâyelerinizin kahramanları kimler olacak, kafanızda oluşmuş karakterler var mı? Evet, var birileri, şimdilik sadece kafamın içinde yaşıyorlar, henüz sözcüklere dökülmediler. İki yıldır TYB’nin kültür yıllığının hazırlanmasında yer alıyorum, roman dosyasını hazırlıyorum yıllığın. Hikâyeyi ihmal ettim biraz. İnşallah yaza. Yaz mevsimini hikâyelerimi yazmak için bir fırsat olarak görüyorum. Yılın diğer mevsimlerinde ise vaktimi dolduran başka şeyler, öğretmenlik, annelik, dostlarla birlikte olmak, bol bol okumak var. İyiki de öyle, diyorum içtenlikle. Ben hayattan beslenen bir yazarım çünkü. Hiçbir zaman belli saatlerde oturup da bütün yılımı düzenli bir şekilde yazarak geçiren muhteris bir yazar olmadım bu yüzden. Yazmak, öğleden sonra çayını yudumlamak gibi zevk vermeli yazarına. Bir yudum çay, bir yudum hayat… Yoksa sırf sonsuza kalma hırsıyla, kendini disipline ederek, sürekli yazmak, yazmayı iş edinmek, hayatı da ıskalamak olur bana göre. Yaşayamadığı hayatı yazmak ne zülümdür yazara! Sait Faik, belki de yaşayarak yazdığı için, bizzat yaşamaktan zevk alarak yazdığı için böylesine kalıcı oldu. Oysa günümüzün bazı yazarlarına bakıyorum da, yazarak yaşıyorlar sanki. Sait Faik yaşasa idi şimdi, o tür yazarlara acırdı her halde. Teşekkür ediyorum. Ben teşekkür ederim, bu keyifli söyleşi için. Daha pek çok güzel eserlerin edebiyata kazandırılması dileği ile.



Kitabınız sepetinize eklendi
Kapat