Sepetim 0
Sepetinizde ürün bulunmuyor

YAYLARI GEREN “TAHAKKÜM” - Bahtiyar Ermiş

Bahtiyar Ermiş - Genç Sanat Aralık 2021

Funda Özsoy’un Tahakküm romanında hatırlattığı üzere; kendi kendinden uzaklaşmakla, değerler yitimine uğramakla, sadece karanlıklarda birbirine dokunmakla herkes birbirinin kurdu olup kendisini ve birbirini tüketir esasında.

“Ne hoş bir güzelliği vardır, hafif adımlarla dünyadan gülümseyerek geçenlerin.”

Her elimize alışımızda kaçınılmaz olarak kendimizi gördüğümüz, bi-rer ayna kabul edebileceğimiz edebî eserlerin, esasında ortak bir anlaşma dili ol-duğunu da biliriz. Kelimelerin büyüsü… Ancak her yazar, kendi kaleminin imbiğinden geçirirken kelimelerini, farklı şekillerde vücuda gelen bir büyüdür bu. Ozan Neruda’nın tek yer olarak gördüğü, kanamaya devam eden evrende, her yazar, geçmişten bugüne “mekânların kendi peteklerine sıkıştırdığı zaman parçalarını” didiklemekle uğraşır. O mekânların başında, topografik mekânları da esasen mekân yapan “ruh” gelir. Kalemlerin uğraşı da bütün yükü yüklenmiş olan insan ruhunun imtihanlarına, maceralarına, hata-larına, çalkalanışlarına, gelip gitmelerine, al-danışlarına, gülümsemelerine, yanılsamalarına, “hep”lerine, “hiç”lerine, bir başkasının varlığıyla tamamlanamamışlığına, “amor fati”ye razılığına, haykıramayışına ve kanamaya devam eden yaralarına kelimelerle fener tutmaktır.

Daha İyi İnsan Olabilmek İçin 

Yaşamın gelgitler arasındaki sonsuz tekrarı içinde daha iyi insan olabilmeyi ne gerçekleştirecek peki? Funda Özsoy Erdoğan’ın Tahakküm romanını mercek altına alarak cevaplamaya çalışırsak bu soruyu; Serhat Hoca’yı hayran kalarak dinlemek mi, Ferhat’ın aşkına teslim olmak mı, oradaki incinmişlikle Doktor Yücel’in “ama aşk bambaşka bir şeydir” sözüyle yeniden ve yeniden bir çıkışsızlığa düşmek mi, ülkemiz erkeklerinden “şerefliüstünsan” Şeref ’in arabasından bir utancı bölüşerek Işıl’la birlikte inmek mi, Tarçın’sız kalıp evi kediyle dolup taşan, mütebessim Mine Teyze’nin eksiklerini görmek mi, Nietzsche’den haberi olmayan Kemal’in hoşgörüsüne en namuslu kelimelerine sahip olabilmek mi, Hande’yi kıskanmak mı, İnci Hanım’a tahammül mü, bağışlamayı özgürlük olarak görmek mi, hep “zira biz böyle yetiştirildik” uyarısı mı, sonbaharlar geçmesin diye kendine “şşt” demek mi, İzmir’in yollarına bir genç kadının kollarında düşen babayı özlemek mi, “köpek dişler”le mücadele mi, tozutan bir Kanlıcalının ayak dibindeki gelgitlerini 15F’nin penceresinden temaşa etmek mi? Belki hepsi birden… Belki hiçbiri… Hepsinin en nihayetinde tufanına ve tahakkümüne maruz kalan Nalân’ın kanayan dünyasının diliyle yansıtılır her boyun eğiş, her susuş, her teselli kuşanış bu romanda. Öyküleriyle ve denemeleriyle tanıdığımız Funda Özsoy Erdoğan’ın ilk romanıdır Tahakküm. Farklı, ironik, sivri, kazdıkça kazan, her hâliyle kılıç gibi kesen, eşeleyici bir dille “aynalara” hakikaten iyi baktıran bir roman. Nalân’ın tek bir yerde geçen “Atlarsam yarım kalır mutluluğum.” cümlesindeki ironi; tariz, iç çekiş, kinaye, eğretileme, çoğu fiilimsilerle kurulu yan cümlecikleri sonraya bırakılmış devrik cümlelerle tüm eserin anlatım anlayışına hâkim görünmektedir. Eserin içerisinde birkaç yerde bilhassa geçen “tahakküm” kelimesi romana isim olmuş. Ancak “hiç” ile “hep”in kurduğu/kırdığı düşünme ve suç ortaklığından müteşekkil aynaların arasında otuz bir bölüm, yüz altmış altı sayfadan vücuda gelmiş bu eserin; başından sonuna kadar toplumu ve dolayısıyla bireyi tahakkümü altına almış gerçeklikleri sezdirdiğini söyleyebiliriz. Roman boyunca yazarın; aslında gülümsenecek pek bir şeyin olmadığını bize hissettirdiği kurguya, bir başka eseri Gülümsemeyi Unutma’daki öykülerden birinin kahramanı olan Mine Teyze’yi de dahil ederek kendi metinselarasılığını gerçekleştirmesi de hayli ilginç. Mine teyze, Tahakküm romanının kahramanı Nalân’ın etkilendiği bir kişi olarak yerleştirilmiş metnin içine. Zaman zaman Mine teyzeyi kedisi Tarçın’ın dilinden de dinliyoruz romanda. Kahramanımız Nalân, yazarla da tanıştırılıyor romanın bir yerinde, böylece yazarın bizzat kendisi de dâhil oluyor romanın içine. Okurun okuduğu hikâye kahramanlarını zihninde, hayatında farklı yollarla tamamlama sorumluluğu taşıması gerektiğini anımsıyor sık sık Nalân. Böylece yazar değilken dahi, bir roman kahramanı olarak Nalân, yazarın sorumluluğunu yükleniyor bir anlamda. Romanın ana temasını oluşturan “tahakküm”, toplumun her zerresine sızmıştır. Öyle güçlü bir duygudur ki bu, tahakküm edeni de kanatır. Her hareketi ve söylemi ile “Ayaklarımın altında dolaşma!” diyerek küçük kardeş Hande’yi hep öncelikli ve övgüye layık gören anne, yurdum erkeklerinin şerefini bünyesinde taşıyan Şeref, yaşanamayan aşkın kahramanları, iş yerindeki köpek dişler, hepsi, kendi bilinçlerindeki yaralardan habersiz bir şekilde ışıltıyla yol alacak umudu, müge çiçekleri gibi çın çın eden Mine Teyzeleri, Kemal’leri, Tarçın’ları, hülasa tüm toplumu yaralamaktadır aslında.

Acılar İnsanı İyileştirir Mi? 

Bellek ve unutuş, sınırı belirsiz kocaman ve karanlık bir ülke misalidir; zaman zaman çoraklaşsa da, güçlü eserler, bu ülkelerin sınırsız bucaklarında, kör noktalarında sıçrayarak, oradan oraya gezip dolaşırken kendini inşa eder. Tahakküm romanında da geçmişte kalan çocukluğa ve şimdiye, tıpkı hayatın kendi hüviyetini teşkil eden bir gidip gelme biçiminde sıçrayışlar hâkim. Bu anlatım tarzının; romana hâkim olan tahakkümü okurun içselleştirmesinde, tüm enlem ve boylamlarda, evrenin bilincinin sonsuz bir döngü hâlinde devam ettiğini hissettirmede çok etkili olduğunu kabul etmek gerekir. İç konuşmalar, diyaloglar, yaralı bilincin akışı, soru cümleleri, kesik/eksiltili ifadeler eşliğinde sürdürülen zamanmekân geçişleri; roman kahramanlarının dünyasına, hikâyenin kendisine, felsefe kitaplarındaki birçok kurama uzanarak daha da derinleştirilmiştir. Bu derinleşme, romanın en mühim ve en büyük sahneleme mekânı olan Nalân’ın kanayan yüreğine doğru olmuş hep. “Acılar insanları iyileştirir mi bilinmez ancak derinleştirir bir şekilde…” düsturunca ilerliyor roman. En sonda da kahramanın “hiçyolcuğu”ndan “hepyolculuğu”na vardığı noktada, aynaların kırıldığı vakitte “kaderini sevdiğini haykıracağı bir nokta” aradığına şahit oluyoruz Nalân’ın. Böyle bir derinleşme (iyileşmenin bence kaçınılmaz yolu) onu Şerefsiz, Ferhatsız, Yücelsiz; 15F’ye, Işıl’a, hayata götürecektir kuşkusuz, durmadan ve hep… 

Romanın İçindeki Çatışma 

Romanın çatışma eksenini birçok tezat besliyor: Bir tarafta karşıt güç olarak İnci Hanım, Şeref, Ferhat, Yücel, Hande, iş yerindekiler; öbür tarafta ise Işıl, Mine Teyze, hala, Kemal, Serhat Hoca görünmekte. Burada Yücel, Ferhat, Hande geçmiş ile şimdi arasında zaman zaman yer değiştirmektedir, diyebiliriz. Başkişi Nalân için kızı Işıl’ın ve Mine teyzenin yanı ile Serhat Hoca’nın ders vakitleri dışındaki tüm mekânlar, genel olarak dar mekân özelliği taşımaktadır. Özellikle yukarıda da belirttiğimiz gibi romanın en önemli mekânı olan Nalân’ın yüreği, kendi kendisini de hiçbir zaman tamamlayamamış kapalı/sıkıştırıcı bir mekândır. Amerika’ya giden Ali’nin Mine Teyze’ye bir türlü dönmemesi, Serhat Hoca’nın tahakküm üzerine var oluşun inceliklerini irdeleyerek yaptığı konuşmalarla Yücel’in uyuşmazlıkları, Ferhat’ta Yücel’deŞeref ’te yaşanan uçurumlar, o sabah aniden büyüyüveren Işıl ile Işıl’ın geleceği arasındaki belirsizlik, Serhat Hoca’nın her bir söylediğinin yaşamda yerini bulamaması/yaşamın gerçeğiyle örtüşmemesi gibi çatışma eksenleri görmekteyiz eserde. Değerdeğersizlik, iyilikkötülük, özgürlükhürriyet, sadakatihanet, samimiyetriya, kendilik ötekilik, var oluşyok oluş, özneiktidar, zayıfgüçlü, zorbalıkhoşgörü, övgüyergi gibi düzlemlerde eserin içinde en öne çıkarılan çatışma; şerefsiz Şeref ’in(eril) ve İnci Hanım’ın (dişil), Nalân’da oluşturduğu tahakküm üzerinden ilerliyor roman. Güç, otorite, gelenek, tahakküm, zihniyet artık hangi kelimeyle söylenirse söylensin bunların maskesiyle eserdeki başkişinin ötekiliği had safhaya varıyor. Kendiliğini tamamlayamamış anlayış içinde kıvranan, öteki konumuna sokulan kahramanımız; sözcüklerin gücüne inanmış bir tariz yağmalamasıyla o otoriteye/iktidara karşı savaşını vermektedir. Maaş kartını teslim etmek zorunda bırakılmakla, nafaka alınmayacağını öğrenince kızını bir kalemde silen Şeref ’in onun doların hareketine göre hareket eden ruh hâline onurunu/parasını/her şeyini tırtıklayıp borsaya yatırışına, bu evin direği çatırdarsa ne olur tehdidine, poşet poşet markete/tıkış tıkış otobüse kızı uğruna mahkûm bırakılmakla, sadece Işıl’ı dünyaya getirdiği için iyi ki doğrulmuş kabul edilmekle, annesinin sütünü kesen/dişlerini çürüten diye gösterilmekle, Hande’nin zenginliğine karşın annesinin dibinde kalmaya mahkûm dul görünmekle, sürekli annesinin bakışlarını/dilini susturmak zorunda bırakılmakla, evliliğiyle üzen sayılmakla, bir altın yüzük alamadı utancına sokulmakla, hep bir hayal kırıklığı sayılmakla, bir işi doğru yaptığına inanılmamakla, doğrudandolaylısembolik olarak hep “bir daha yapacak mısın ha” iğnesinden korkutulmakla, küçümsenmekle, böyle yetiştirildik ezberinin kafesine tıkılmakla, hülasa hak ettiği yerden “inin çabuk” buyruğu neticesinde hep inmeye mahkûm edilmekle kendilik değerlerinden uzaklaştırılmaya çalışılan Nalân gibi bizler de bizi sıkıştıran güçle/tahakkümle her zaman mücadele hâlindeyiz.

Ruhumuza Batırılan Diken 

Romanda okura hissettirilen ve içselleştirilen bu tahakküm; kimi zaman para oluyor, kimi zaman okuyamadığımız bir kitap oluyor, kimi zaman laf geçiremediğimiz patronumuz oluyor, kimi zaman alamadığımız bir ev oluyor, kimi zaman dolduramadığımız elbise dolabımız oluyor, kimi zaman ikna edemediğimiz cahil tarafımız oluyor, kimi zaman yayı koparacak deliliklerimiz oluyor, kimi zaman kelimelere yükleyemediğimiz anlamlar oluyor, kimi zaman anlamını yükleyemediğimiz kelimeler oluyor, kimi zaman karakterimize/kaderimize dönüşen kelimelerimiz oluyor, kimi zaman bağışlayamadıklarımız oluyor, kimi zaman uykudayken açık kalan sayfalarımız oluyor, kimi zaman kalp sancımızı dindiremeyen okumalarımız oluyor, kimi zaman kalp gözümüzle sırlanmış bir ayna oluyor, kimi zaman yüzümüze yansıyan vicdan oluyor, kimi zaman kulaklarımızı duymaz eden bizi uçurumlardan yuvarlayan, sezgilerimizi körelten tehlike dolu aşk oluyor, kimi zaman layıkıyla oturulamayan 15F oluyor, kimi zaman şairin kulaklara fısıldadığı gerçek oluyor, kimi zaman kedi dolu bir ev oluyor, kimi zaman maske yerine geçen zenginlik oluyor, kimi zaman kendimize bırakmamız gereken bir düşünce aralığı oluyor, ağaç oluyor, kuş oluyor, kimi zaman zihnimizin en kuytu köşelerinde var olagelmiş kendini yeniden inşa etme arzusu oluyor, kimi zaman başkalarında görmek istediğimiz kendi olumsuz tavrımız oluyor, kimi zaman egolarımızın birer Tanrı’ya dönüştüğü hikâyeler oluyor, kimi zaman ailesinin yarasını taşıyan bir cesur yürek oluyor, kimi zaman bilinçaltımıza çöreklenmiş bir düşman oluyor, kimi zaman tesadüfen tesadüf olan tesadüfler oluyor, kimi zaman bilinçaltında daha fazla bekleyemeyip ortalığa saçılan hakikat oluyor, kimi zaman gençlikte ruhu zehirleyen aşkın ileri yaşta panzehiri sayılan sevgi oluyor, kimi zaman denizlere gömülmüş aşk oluyor, kimi zaman tesadüfen olmayıp mutlaka bir nedenle bize bir şeyler öğretmek için hayatımıza girenler oluyor, kimi zaman bir hiç olmayıp ışıldayan evlat oluyor, kimi zaman kendi hikâyemizin bir parçası olmaya çalışan sanat oluyor, kimi zaman sadece gözlerimizle söyleyebildiklerimiz oluyor, kimi zaman son sözü söylemek isteyen/son noktayı koymak isteyen dişileril ego oluyor, kimi zaman kulağını tıkayamadığın kırılan aynanın sesi oluyor… Fiillerimizi sonlardan alıp başlara koyarak ani, vurucu sesler oluşturmak istiyor romanın içsesi bu boğuşmada. Dilimize dolanan dikenlere dönüşmüş öfkelerimizi batırmak istiyoruz böylece. Bazen yenmiş oluyoruz o muktediri bazen yenememiş oluyoruz. Ama “Çekmecelerdeki albüm sayfalarına sıkışmış, toza bulanmış, radyo açıksa içindeki cenneti de cehennemi de beraberinde taşıyan hayatlarda” gülmeden tebessümler eden narin yüzleri, bir daha hiçbir kediyi okşayamayacak olan elleri asla yalnız bırakmamaya çalışıyoruz. Nalân gibi arabadan inmemeye çabalıyoruz. Dizi diplerinde yeni Nalân’lara ihtiyacı olanlara, hükmetmeyi seven benliğe/güç istencine izin vermemeye çalışıyoruz. Sadece Nalân değil, diğer bütün kişiler de roman boyunca kendileri olamamakla, tam olarak aşklarını yaşayamamakla, hep yüzeyde kalmakla, kendi eksikliklerinin hücumuna uğramakla yaşamın getirdiği buyrukların hâkimiyeti altında kalıyor. Kimi iyi mücadele etmiş kimi yetersiz kalmıştır. Hüzün onlara yakışır mı yakışmaz mı bilemeyiz, ancak onlar da ruhlarının farklı farklı yerlerinden kanarlar, kendi tercihleri ya da kaderlerinin kendilerini olgunlaştırdığı hayatlarla onlar da bir önceki yaralarını/mutsuzluklarını onararak hayata karışmaya devam ederler. 

İnsan, İnsanın Kurdu Mudur? 

Homo homini lobus… Funda Özsoy’un Tahakküm romanında hatırlattığı üzere; kendi kendinden uzaklaşmakla, değerler yitimine uğramakla, sadece karanlıklarda birbirine dokunmakla herkes birbirinin kurdu olup kendisini ve birbirini tüketir esasında. Ve kalemin de kurdu vardır… Ancak sözcükleri, otoriteyi/tahakkümü kemirmesi için çalıştırılan… İşte o “sivri çeneli yazar” bu minvalde sadece izinsiz değil, ansızın sokuluyor insanların kemirilmekte olan hayatlarına. Sokulmazsa insanlar kelimelerin hep kendilerine ezberletilen anlam diyarlarında, farkında olmadıkları zaruretlerin, zafiyetlerin, evetlerin, hayırların, kabullerin, retlerin mahkûmiyeti içinde sıkışıp kalacaklar. Ve özgürleşemeyen bilinç, hiçbir vakit şerefi teslim edilmiş güzel fotoğraflar çekemeyecektir. Nietzsche okumadan da hoşgörüyü bilen, dürüst Kemal’in dünyası gibi; hoşgörülü, düzeyli, namuslu bir “biraradalık” her yere yayılacaktır bir gün. İster Habil’den Kabil’e olsun, ister Amor Fati’den Fihi Mafih’e ya da Shakspeare’den Zerdüşt’e; Mine Teyze’nin Tarçınlı Tarçınsız gülümseyebilen, o çın çın öten müge çiçekleriyle örülü sepetinin bir başından diğer başına gerilip duran yay, hep elimizde olacak. Onca korkarken bile hayattan, hayata “evet” diyen yürekli insanlar çoğaldıkça hafif adımlarla dünyadan gülümseyerek geçenler çoğalacak. İnci Hanım’lardan doğmuş, onun iç karanlıklarına bulaşmış, düşman çatlatan havalarımızın/egolarımızın hükümranlığı tükenecek. İnsan, cennet ve cehennemi bir arada barındıran bu gerili yayın ortasında ne kadar yazarsa yazsın, ne kadar anlatırsa anlatsın, ne kadar çalıp söylerse söylesin muhakkak bir şeyleri de atlamış oluyor tabii. Ancak o ufacık yayı koparmadan, her durumda kolay olmayan o “gülümsemeye” erişebilmek için atlayıp geçemeyeceklerimizi veren sözcükleri bulandır yazar kişi. Ve ne kadar gerilse de Tahakküm’ün yayı, bize unutturmuyor gülümsemeyi.



Kitabınız sepetinize eklendi
Kapat