Sepetim 0
Sepetinizde ürün bulunmuyor

CENNETİN SON SAATLERİ ÜZERİNE

-l-
Bahtiyar Aslan, akademisyen kimliğinin yanı sıra, şair ve hikâye yazarı olarak da sanatçı kimliği ile saygı gören biri. İkinci hikâye kitabı Ötüken Neşriyat’tan çıkan “Cennetin Son Saatleri” okuruyla yeni buluştu. Daha önceki kitabı “Kentin Haberi Yok”ta olduğu gibi bu kitaptaki hikâyeleriyle de farklı bir lezzet sunar Bahtiyar Aslan, okurlarına. Alışılmışın dışında bir bakış; şiire yakın, imgelere yaslanan bir anlatım. Sıradan bildiğimiz cümlelere, sıra dışı anlamlar yükleyerek, bir oya gibi ördüğü on altı hikâye; okunması emek isteyen, ama elinize aldınız mı bırakamayacağınız, düş ile düşünmenin iç içe geçirildiği, gerçeğin flulaştığı hikayeler bunlar.
Hatırlayışlar, kurulan özdeşlikler var hikâyelerde. Kitabın ilk hikâyesi “Mirza’nın Deresi”ndeki Mirza deresiyle anlatıcının, “Lacivert” hikâyesindeki lacivert gökyüzüyle sevgilinin özdeşliği ve ya “Durgun Suya Kapanan”da saat imgesiyle zaman ve Tanrı özdeşliği gibi. Yazarın ilk kitabında, hikâyeleri birbirine “ayna” imgesi bağlarken, sanki burada “çocuk ve düş” imgeleri bağlamış birbirine. Geçmişi, geçmişteki çocuğu şimdinin içine yerleştirir yazarın düş gücü. Çocukluk, biçim değiştirip imgelerle sürekli yazarın önünü keser. Sanat adına -ister resim olsun, müzik veya edebiyat olsun- zengin bir çocukluk, yıllar sonrasında zengin imgelere sahip olmak demektir. Tıpkı “Cennetin Son Saatleri”ndeki hikâyelerde olduğu gibi. Böylece hikâyeler boyunca geçmişle hesaplaşılır, geçmişin hesapları bugüne taşınır. Yazar, somuttan soyuta yol alırken hikâyeler boyunca, aşk da dâhil, hüzünlerini, hayal kırıklıklarını dahi, imgelerle anlatmayı tercih ederken, böylece imgeleri neredeyse yazının karşılığı olarak sunar okuruna:
“Çünkü aslında yazmak, imgeleştirmektir ve yazılan her şey, aracısız bir şekilde zaten imgedir. Harf ve ses ve kelime… Hepsi… Böylece belki de yazdıklarımızı, yani imgeleri yaşardık. İmge olmakla, imgeyi yaşamanın farkını da ancak o zaman kavrardık.” (s.28)
Evet, yazar, imgeleştirdiği hayatı hem yazıyor hem de düşünde yaşıyor, okuruna da yaşatıyor bir bakıma. Çocukken ninesinden dinlediği masallar, bu masallardan yola çıkılarak kurulan oyunlar, görülen rüyalar, zaman içinde imgeye dönüşür yazarın zihninde ve ona “Cennetin Son Saatleri”ndeki hikâyeleri yazdırır. Böylece çocukluğumuz, bir düşün içinde yaşamaya devam eder. Kim bilir, belki de içimizdeki çocuğu bu şekilde muhafaza etmeye çalışıyor Bahtiyar Aslan. O çocuğu öldürürsek, hayal gücümüz de son bulacak; ressam içim resim yapmak, müzisyen için beste yapmak, bir şair ve yazar için yazmak imkânsız hale gelecektir.

-II-
Kitabın ilk hikâyesi “Mirza Deresi”nde merkeze alınan aşka dikkati çekmek isterim. Aşkın insanı bütünleyen bir gücü vardır. Geçmiş, gelecek diye bir şey kalmaz aşkın karşısında; çünkü insanda bütünleşme, tamlığa erişme yanılsaması yaratır aşk. Zamanın ve aşkın kıymetini ölçemeyiz bu yüzden, bilemeyiz âşıksak; ikisi de şimdiki zamana taşır bizi ve her an -geçmiş ve dahi gelecek- şu an’a dönüşür. Yazarın hikâyede sözünü ettiği Mirza’nın deresinde, zaman durur bu yüzden; suyun akışkanlığı ile zamanın akışı bütünleşir ve yaz sıcağında nasıl ki derenin suyu çekilir, nasıl ki durgunlaşır, zaman da öyledir şimdi. Her şey şimdidir artık, zaman durmuştur. Çünkü aşktır yaşanan. Anlatıcı, çocuktur şimdi ve de büyümüştür şimdi; âşıktır, hayalleri büyüktür. Aşkı ile bir ömür sürmek, o ömre aşkını sığdırmak, aşkı ile birlikte büyümek, yetişkin olmak. Zaman algısı yoktur bu yüzden. Aşk söz konusu olunca, akan sular, Mirza’nın deresi, zaman, evren, her şey durur, bir tek aşk büyür, büyür… Aşk ve evren bütünleşir, çölde bir kum tanesi misali âlem, o âlemin içinde zübde-i âlem; aşk için var olan, aşk için bekleyen… Bu hikâye, Mirza’nın bir dereye isim olması ile geçmişte bu derenin kenarında buluşan bir âşık çiftin varlığının, anlatıcı ile özdeşleşmesi hikâyesidir. Geçmiş zamanda âşıkların buluştuğu bu dere, bir şekilde kana bulanarak bu ismi alır. Yıllar sonra aynı derenin kenarında anlatıcı da âşık olduğu kızla buluşur. Mirza’nın trajik hikâyesi ile anlatıcının hikâyesi birbirinin içine akar böylece.
“Lacivert” hikâyesinde de lacivert renk ile sevgilinin bütünleşmesi söz konusudur. Geçmişte yaşanmış bir aşk ve bu aşkın külleriyle meşgul bir âşık. Mekân ve zaman değişse de anlatıcı, sevdiğinin lacivert gözlerini hep yanında taşır. Ne zaman akşam olup da göğe baksa anlatıcı, sevdiği yanındadır. Lacivert renk ile sevgili özdeşleştiğinden, gökyüzünün lacivertine yüklemiştir aşkını, anlatıcı. Böylece lacivert, aşkın imgesine dönüşüyor sonunda. 
Kitapta, anlatıcının çocukken dinlediği masalların, büyüdüğünde çocuğun peşini bırakmayışı, imgeleşerek yazara “Köpük” hikâyesini yazdırdığını görürüz. Ninesinin anlattığı masaldaki heybeli adamın, yıllar sonra bile başka mecazlara bürünerek anlatıcının peşini bırakmayışı, yazının içine girerek, yazarla bütünleşmesi. Sanki çocukken ninesinden dinlediği masalın içine sızıp heybeli adama dönüşen yazar, heybenin içinde kendi çocukluğunu taşımaya başlar şimdiki zamanda. Yazmak bunu mümkün kılar. Yine “Gecenin Aynasında” hikâyesinde olduğu gibi, rüyalar da çok şeyi mümkün kılar. Gelecek ile geçmişi bütünleyebilir mesela. Aynı kişisindir, geçmişteki sen ile gelecekteki sen; rüyada iki ayrı kişi, uyanınca aynı kişi. Rüyaların özel dili vardır çünkü, kendine has, imgelerle okunabilen, kendi metnini yazdıran.
Kitaba ismini de veren “Cennetin Son Saatleri” hikâyesinde ise bölünmüş bir kişilik vardır. Geçmişteki ben ile vehim olan ben’in birleşememesi. On iki yıl önce bitmiş bir aşk var. Ama duygular on iki yıl evvelinde asılı kalmış, zaman durmuş sanki, cennetin son saatleridir. Ömrümüzün en güzel an’ını yaşarız da, o an’ın ömrümüzün en güzel an’ı olduğunu bilmeyiz hani; çok sonra idrak ederiz bunu, on iki yıl geçebilir aradan ve yitirilmiş bir cennete dönüşebilir geçmiş. Bugüne katlanırız sadece, geçmişe daha yakın olmak için vehimler içinde yaşarız şimdiki an’ı.
Bahtiyar Aslan’ın kitabında çocukluk ve düş, sadece geçmişi değil, bugünü de etkiliyor. Bir çocuğun gözüyle baktığınızda dünyaya, olmazlar olur hale gelir. “Ayın Kanlı Fısıltısı” hikâyesinde, ayın şahitliğinde yaşanan o hayal mi gerçek mi, ayırtına varılamayan olay gibi. Anlatıcının söylediği gibi sanki “bazı şeyler vardır, anlaşılmak için değildir.” (s75) Bu hikâyede, zaman zaman anlatıcının okuyucuya seslenişi, okuyucuyu hikâyenin içine çekmeye çalışması, sanki o esrarengiz olayın şahitliğini yaptırarak, okuyucunun hikâyenin atmosferini daha da derin solumasını sağlamaya çalışmış. Ayrıca tekerrür fikri de işlenmiş bu hikâyede. Gerek aşkta, gerekse dünyanın hal dilinde tekerrürün önemli bir rolü vardır sanki. 
Yine “Taşlara Basarak Ay Gibi Doğan” hikâyesinde masalların izini sürüp, çocukluktan sızarak şimdiki zamana ulaşan anıların içinden çıkıp gelen sarı bir çizmenin havlayarak çocuğu kovalaması hiç de şaşılacak bir şey değildir o halde. Küçük bir çocuğun, kendi dünyasında kocaman bir âlem oluşturması, ninesinin bu âlemin oluşumuna masalları ile katkısı, ninenin ölümü ile çocuğun büyümesi, yıllar içinde yaşlanması ve böylece ninenin, nineyle birlikte geçmişinin yeniden hayatına dâhil oluşu önemlidir. Hayal ile gerçeğin iç içe geçtiği, o şeffaf geçirgenliğin çocukluk ile yaşlılığı da iç içe geçirişini görürüz.
“Teberrük” hikâyesi ise, diğer hikâyelerden farklı olarak, bilinçaltında imgelere dönüşen hayal-gerçek geçirgenliğinden ziyade doğrudan hatırlayışlar halinde ilerler. Bu haliyle okuyucuyu en zorlamayan hikâye diyebiliriz “Teberrük” hikâyesi için. l. Dünya Savaşı yılları... Aynı köyden savaşa katılan kırk yiğitten yedi yıl sonra köye dönmeyi başaran sadece iki kişinin, anlatıcının Hüseyin dedesi ile Durdu Çavuş’un savaş anıları. Elbette Bahtiyar Aslan, kendine özgü o diliyle; iç içe geçirmelerle, bu iki yiğit askerin ruhunu bir sonraki kuşaktan, o anıları dinleyenlerin ruhu ile özdeşleştirerek anlatır ki “Teberrük”ü; birkaç fırça darbesiyle özet geçmeye çalıştığınızda, bu hikâyenin özünün zedelenebileceği endişesinden dolayı, bundan vazgeçip, hikâyeyi özellikle okuyun diyorum. 
Aynı doğrudan hatırlayışlar halinde ilerleyen diğer hikâye de “Bayram Yalnızlığı”dır. Kendini yalnız ve mutsuz hissediş anlarında, geçmişe zihinsel bir yolculuk yapmak, üstelik bunu fiziksel bir yolculukla birleştirmek ruhumuza iyi gelebilir. Çocuklukta, otuz yıl öncesinde kalan, yaz mevsimine denk gelen, kalabalık Ramazan sofralarını, bayram hazırlıklarını yeniden yaşamanın mümkün olabileceği yanılsaması yaşanabilir. Anlatıcı o anıları tazelemek için yine bir bayram arifesinde, otuz yıl evvelinin kasabasına yolculuk yapar arabası ile. 
“iftara dakikalar kala yakaladığı sessizliği, ta çocukluktan beri baktığı her yerde aradığı, arayıp da tam bu saatlerde ufukta, güneşin battığı yerde, kirpiklerinin ucundan baktığı zaman bulduğu rengi yakalamak için gelmişti.” (s.104)
Ancak o bayramlar, o oruç açmalar, çocuklukla beraber, otuz yıl geride kalmıştır. Şimdi ise bayramlar, yalnızlık demektir onun için. Bunu ancak o güzellikleri yaşadığı kasabaya geldiğinde, hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını gördüğünde idrak eder. Zira anlatıcı, çocuk gözlerini kaybetmiştir artık.
Beni en çok etkileyen -yaralayan hatta- hikâyeyi sona bıraktım: 
“Giderken Mavi” 
Burnumun direğini sızlatan, boğazıma kat kat düğümler atan bu hikâye, geçmiş zamanda ölmüş biri ile şimdiki zamanda ölmeye hazırlanan birini iç içe geçirerek anlatıyor. O ölüm an’ının, ölüm meleğinin gelişinin, içimizde yaşayan ölümün, hep yaşayan ölümün, vakit tamam olduğunda yüzündeki mavi ile birlikte gidişin, capcanlı, masmavi anlatılışı… Ölüm, bu hikâyeden sonra benim için mavidir, ölüm meleğinin mavi kanatları olmalı…
“Onun kadife ayaklarıyla gelip kapının sağında durduğunu biliyorum. Durduğunu ve bize baktığını… Vakit o kadar yakın, o kadar içimizde. Gitmek böyle bir şey işte. İçimizde bir yerde işte.” (s.38)

-III-
Özellikle “insan” olgusunun öne çıktığı, bu yüzden anlatıcının cinsiyetinin flulaştırıldığı, adeta uzun mektupları andırır “Cennetin Son Saatleri”ndeki hikâyeler. “Ben” dilini kullanan anlatıcı, okuruna sessizce, sanki fısıldayarak yazar gibidir bu mektup-hikâyeleri. Geçmişte yaşananların, çocukluktan çıkıp gelmiş imgelere yüklenerek, rüya gözüyle, masallarla, bilinçaltının yanılsamalarıyla yazılmış bu kitaptaki hikâyeleri okuduğunuzda, elbette “acı ve yitiriş, acı ve eksiliş son bulmayacak, biliyorum.” Ama umuyorum ki, sözcüklerin ruhlarımızı iyileştirici gücünü hissedecek, sizin de imge dünyanız zenginleşecek, rüya gözünüz açılacak ve çoğumuzun rehavete terk ettiği bilinçaltınız yeniden uyanacaktır.
İşte bu da size “Cennetin Son Saatleri” kitabının armağanı olacaktır, sevgili okur…



Kitabınız sepetinize eklendi
Kapat