Sepetim 0
Sepetinizde ürün bulunmuyor

Bir asırdır suçlanan İttihadçılık

İsmail Bey, Türkiye’de İttihadçılığı, İttihad ve Terakki Cemiyeti’ni konuşmak, tartışmak mayınlı alanda dolaşmak gibi bir şey. Kemalist ve muhafazakâr/dindar camianın kahir ekseriyeti İttihadçılığı ve İttihadçıları suçlu sandalyesine oturtarak nihai kararı vermiş gibiler. Tarihin bütün olumsuzlukları İttihadçılara yüklenmiş durumda. Sizi, yukarıda belirttiğimiz bu mayınlı alanda dolaşmaya iten, İttihadçılık ve İttihadçılar hakkındaki genel kabulü onaylamak yerine olan biteni araştırmaya sevkeden neydi? Niye böyle zor ve meşakkatli bir yola talip oldunuz?

Muaz Bey, maalesef bizim mütedeyyin-muhafazakâr camiada bilgiye, okumaya, araştırmaya, kültüre, sanata verilen kıymet, ayrılan vakit ve nakit çok az. Hassaten AK Parti iktidarıyla artık mütedeyyin camiada da kültüre yatırım yapacak bir sermaye oluştu ama hazindir ne kadar canlı, etkili ve netice alıcı kültür ve sanat projeleri ve faaliyetleri varsa bunlar nedense yine hep bilindik çevrelerden sadır oluyor. Kitap müzayedelerinde bile birkaç istisna haricinde yine aynı çevrenin bilindik yüzlerine tesadüf ediyoruz. Bizi temsil ettiği iddia olunan dergi ve gazetelerin tirajları, televizyonların reytingi, internet sitelerinin ziyaretçi sayısı ya yerlerde sürünüyor ya da çok rahatsız edici ebatta. Şayet kamu kurumları ve belediyelerin faaliyetleri de olmasa maşallah özel şahıs ve kurumlar zırnık harcama yapmayacak gibi bir intiba verdiklerinden çok kötü bir vaziyette kalacağız. İki fakir aileye yardım, iki talebeye burs, iki cami yaptırma derneğine yardımla hem maddî-dinî vazifelerini yaptıklarına hükmediyorlar hem de iç huzuruna kavuşuyorlar. Bir de her derde deva, her nakisaya bahane ve mazeret olarak ileri sürdüğümüz irfan edebiyatımız var. Köydeki artık ahrete yoğunlaşmış 80’lik ninenin saf ve samimî inancını irfana hamledip tesellî olacak halde değiliz hâlbuki.  Gerçi toplum olarak okumuyoruz, okuduğumuzda da derinlikli olmayan, tek-yönlü eserlere itibar ve iltifat ediyoruz. Hap şeklinde verilen, özet, klişe, slogan cümle ve bilgilerle yetiniyoruz. Bu nakısa bizim camiada biraz daha fazla, fakat daha da korkuncu birilerinin bizim yerimize okuduğunu, düşündüğünü, doğruyu bulduğunu kabul etmemizdir. Bu kabul bizim zahmete katlanmaktan kurtulmamızın da mazereti oluyor. Dinî telakkilerde de aynı mantığa sahip oluşumuz ise kanaatimce facia hükmündedir. Aslında salt tarihî veya aktüel hadise ve meselelerde değil, hemen her mevzu ve sahada aynı illetle malul olduğumuzu görüyoruz. İtiraf edeyim, bir İHL talebesiyken, son sınıfa gelinceye kadar pek çok meselede ben de benzer bir telakkiye sahiptim. Üniversitenin başlarında dahi üstat addettiğimiz isimlerin kifayetsiz ve sakat bir bakış açısına sahip insanlar olabilecekleri hatırımıza gelmezdi. Birçoğuyla bilahare teşrik-i mesaimiz değilse bile tanışıklığımızın, mükalememizin olduğu bu insanların fahiş hatalarına ilaveten bazı kaynakları, anekdotları tahrif ettiğini, kalem oynattıkları sahalarda behrelerinin olmadığını, hamaset edebiyatı ve demagojiyle hareket ettiklerini, hiçbir asıl ve ciddi kaynağa istinad, hatta bunlardan istifade etmediklerini, ayrıca muhakeme ve mukayese hassalarının zayıf olduğunu üzülerek gördüm. Abdülhamid’e muhalif olmayı hâşâ sümme hâşâ İslam’a muhalif olmakla müradif ve müsavi ad ve telakki eden, “Cennetmekân Abdülhamid Han Hazretleri” haricinde bir hitabı hürmetsizlik kabul eden bir geleneğe ve camiaya mensup mütedeyyin ama cahil genç bir talebe olarak fakirin de farklı bir şekilde hareket etmesi mümkün değildi. Talat, Enver hepsi Selanikli Mason, Yahudi-Siyonist uşağı hain ve alçaklardı. Yahudi-Siyonist üst-aklının Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve Filistin’i Yahudi yurdu yapmak için önlerindeki en büyük engel olarak gördükleri Abdülhamid’den kurtulmanın çok iyi kurgulanmış bir projesi olan Meşrutiyet’in ilanı ve 31 Mart Vak’ası İttihadçı kefereler eliyle tatbik imkânı bulmuş, sonunda Abdülhamid tahttan indirilmiş ve Osmanlı İmparatorluğu da parçalanmıştı. Şayet İttihadçılar olmasa, Abdülhamid tahtta kalsa, o stratejik zekâsıyla devleti savaşa sokmaz ve imparatorluk da dağılmazdı. Kanaatimce bu inanç 2016 senesi itibariyle bizim mütedeyyin-muhafazakâr, hatta bu tür mevzulara alakası ve okuması daha bariz olan entelektüel İslamcılarda dahi mevcudiyetini muhafaza ediyordur.

Benim bizim camianın alamet-i farikası olan bu inanç ve rehber ittihaz ettiği, kanaat önderi kabul ettiği insanlara gözü kapalı itibar etmekten vazgeçmemin sebebi farklı tezleri olan, farklı argümanlara istinad eden kaynakları da okumaya ve mukayeseye cesaret etmeye başlamam olmuştur. Şayet belli bir zekâ seviyesine, tecessüse ve farklı kaynaklara ulaşma imkânına sahipseniz, daha doğrusu farklı kaynaklara müracaat etmenin zaruret olduğu düşüncesine açıksanız, belli bir yoğunlaşmanın neticesi kıyasa medar bir müktesebata ve perspektife sahip oluyorsunuz. Aslında çoğu zaman argümanlar ve hadiseler aynıyken salt bakış açınızın farklılığı sebebiyle bile genel kabulün haricinde bir tez ve neticeye vasıl olabiliyorsunuz. İttihad ve Terakki’yi ülkenin ve milletin kaderini tayin eden her mühim hadise ve kararda dahli olduğunu fark ettiğim anda da bir ihtisas sahası olarak seçtim.

İttihadçılığı, İttihad ve Terakki Cemiyeti’ni bize kısaca anlatabilir misiniz? Kimdi bunlar? Ne iş yaparlardı? Bir de İttihadçılık denince akla Jön Türklük geliyor. Siz bunları ayrı ayrı değerlendiriyorsunuz. Jön Türklük ve İttihadçılık arasında yapısal bir bağ kurmuyorsunuz ve kurulan bağların da esasa müessir olmadığını belirtiyorsunuz. Nedir Jön Türklük? İttihadçılığı niye ayrı tutmalıyız?

İttihadçılığı ve İttihad ve Terakki’yi öğrenmeye, anlamaya ve araştırmaya başlayınca onların köken olarak İstanbul ve Anadolu ile yani bugünkü hudutlarımızla alakalı olmadığını gördüm. İlginçtir, belli oranda etkilenseler de onların Sultan Abdülaziz devrinde Bab-ı Âli Bürokrasisi’ne muhalefet eden Yeni Osmanlılar ve Sultan Abdülhamid devrinde de Meşrutiyet ve Kanun-ı Esasî talebiyle bizatihi padişaha muhalefet eden Jön Türklerden farklı olduğunu gördüm. İttihadçı, İttihadçılık ve İttihad ve Terakki Cemiyeti denilince aslında ciddî bir kavram kargaşası ve kafa karışıklığı olduğunu fark ettim. Çünkü hem Jön Türklük hareketi ve tarihi içinde mütalaa edilmesinde bir şüphe ve tartışma olmayan 1889’da kurulan İttihad-ı Osmanî Cemiyeti kısa bir süre sonra Paris’te İttihad ve Terakki Cemiyeti ismini almış, hem de bu cemiyetin kurucularının ve mensuplarının bir kısmı bilahare 1906’da Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin de kurucuları ya da üyeleri olmuştur. Olayı çok basit bir şekilde izah edersek: 1889-1908 arası muhalefet hareketini isimlendirmede baskın kavramsallaştırma Jön Türklüktür. Ayrıca Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin kurulduğu 1906 senesine kadar tüm muhalefet hareketi Jön Türklükle ifade edilse sezadır.

Yalnız burada bir hususa dikkat çekmek gerekmektedir: Jön Türklük hem yurtdışı münevver-mektepli bir muhalefet hareketidir hem de 1902’den itibaren iki çizgi, iki kol halinde faaliyetine devam etmiştir. Esas ağırlık daha liberal, büyük devletlere hayranlıkları bariz ve onların desteğine güvenen üyelerin mensup olduğu, dinî ve etnik açıdan heterojen, gayrimüslim etnik ayrılıkçıların adet olarak değilse bile tesir ve dikkate alınma bakımından ciddî bir ağırlığının olduğu Prens Sabahaddin’in liderliğini yaptığı çizgideyken, Ahmed Rıza’nın liderliğini yaptığı çizgi daha ziyade etnik Türklerden, Türkleşmiş ya da Türklükle meselesi olmayan, İslam’ı ve Müslümanlığı en azından kimlik olarak kabul eden insanlardan mürekkep ve gayrimüslimin hemen hiç olmadığı ama üye adedi bakından Prens Sabahaddin grubuna nazaran hayli az olan daha homojen bir yapıydı.

Her iki çizgide de pozitivizm ve materyalizm barizdi. Prens Sabahaddin de Ahmed Rıza da İslam’a inanmayan, en fazla kendilerini kültürel ya da sosyolojik Müslüman telakki eden ama gerektiğinde İslam’dan bir araç olarak bila-perva istifade etmeyi ihmal etmeyen insanlardı. Fakat bu hususta hiç kimse bilahare 1908 sonrası İttihadçılığının baş düşmanlarından biri olacak meşhur Jön Türk Abdullah Cevdet’in eline su dökemezdi. Unutmamak lazımdır ki 1902 ayrışmasından sonra Jön Türkler arasında İttihad ve Terakki Cemiyeti ismini kullananlar, Ahmed Rıza grubu idi. Çünkü Prens Sabahaddin grubu Âdem-i Merkeziyet ve Teşebbüs-i Şahsî ismi altında yollarına devam etmiş, İttihad ve Terakki Cemiyeti ismi ise kelimelerin yer değiştirmesiyle Terakki-İttihad Cemiyet adıyla Ahmed Rıza grubuna kalmıştır.

Talat Bey ve arkadaşlarının 1906’da Selanik’te kurdukları Osmanlı Hürriyet Cemiyeti her ne kadar daha evvel Jön Türkülük kapsamında mütalaa edilen İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne mensup olmuş isimlerin de yer aldığı bir cemiyet olsa da yepyeni bir hareketin ismiydi. Kaldı ki onlar, kurucularının çoğunun üye olduğu İttihad ve Terakki Cemiyeti’ni yeterli görselerdi yeni bir cemiyet teşkiline de gitmezlerdi. Jön Türklük kapsamında mütalaa edilen ve Jön Türklük telakkisinin gereği olarak kabul edilen İttihad ve Terakki Cemiyeti, Abdülhamid’i düşman kabul eden, Meşrutiyet’in yeniden ilanını, yani askıya alınan Kanun-ı Esasî’nin yeniden carî ve merî olmasını, kapatılan parlamentonun da açılmasını arzu ve istihdaf eden bir hareket ve örgüttü. Bütün mesele soyut bir anayasa ve rejim meselesi olarak telakki ediliyordu; çünkü gelişmiş ve büyük Avrupalı devletlerin hemen hepsinde anayasalı ve meclisli bir rejim vardı. Bütün dertlerin kaynağı, anayasanın ve parlamentonun olmamasıydı; yani padişahın istibdadı idi.

Jön Türkler ve Jön Türklük kapsamındaki İttihad ve Terakki Cemiyeti binlerce kilometre öteden, Paris’ten, Cenevre’den İstanbul’a, Yıldız Sarayı’na kılıç sallayan, kılıç şakırtıları aylar sonra İstanbul’dan duyulan, ayakları yere basmayan bir muhalefetle temayüz eden insanlar ve bir örgüttü. Yurt içinde belli bir oranda şubeleşse de netice almak bir yana tesir dahi meydana getirecek hiçbir faaliyete imza atamamıştı. Çok az yerde ve çok gizli şekilde o da genelde 3-5 üyeyle tesis edilmiş bu şubelerin tek faaliyeti merkezle yapmış olduğu mektuplaşmalar olmuştur. Talat Bey ve arkadaşlarının Jön Türklük ve İTC müktesebatları ve mensubiyetleri mevcutken yeni bir cemiyet ve faaliyet arayışlarına girmeleri aslında onların mevcut yapıyla bir neticeye vasıl olamayacaklarını da fark etmiş olduklarını göstermektedir. O halde Talat Bey ve arkadaşlarının Selanik ve Manastır’daki yapılanmalarını ve hareketlerini nasıl izah etmeli?

Kabul etmek lazımdır ki, Jön Türklük tesiri çok zayıf olsa ve yurtdışından kılıç sallasa da merkezî, genel, memleketin ve bila-istisna milletin tümünün aynı ya da benzer bir felaketle karşı karşıya olduğuna, herkesin maruz kaldığı, musab ve muhatap olduğu illetin monarşiden, yani mutlakiyetten münbais olduğuna, meşrutiyetin iadesiyle de bu dertlerin halledileceğine inanan bir hareketti.

Oysa Jön Türk faaliyetleri kapsamında mahpus ve mahkûm olmuş, menfaya(sürgüne) gönderilmiş biri olan Talat Bey ve arkadaşları yaşadıkları bölgede farklı bir durumla karşılaşmış, daha evvel inanarak ya da inanmayarak yaptıkları daha soyut ve genel bir felaket edebiyatının burada müşahhas, mevcut ve mütemadi bir vaziyetteki hakikat olduğunu görmüşlerdir. Çünkü bölge daha evvel 93 Harbi neticesi imzalanan Ayastefanos Anlaşması ile Bulgarlara verilmiş, ancak Berlin Anlaşması ile eskisi gibi Osmanlı Devleti’nde kalmıştı. Fakat bir kere büyük Bulgaristan hayalini çok kısa süre için de olsa gerçekleştirmiş olan Bulgarlar boş durmamışlar, evvela Doğu Rumeli Vilayeti’ni ilhak etmişler, Osmanlı Devleti’nin 1885 tarihi itibariyle anlaşılmaz bir şekilde bu oldu-bittiye sessiz kalmasının sebebiyet verdiği cesaretle de bu defa da Makedonya’yı topraklarına katmak için faaliyetlere başlamışlardır.

Bulgarlar evvela Makedonya’yı, yani Kosova, Selanik ve Manastır vilayetlerden müteşekkil bu bölgeyi, daha doğrusu bölgenin büyük çoğunluğunu Bulgar Prensliği’ne katmak için hazırlık ve faaliyette bulundu. Ancak bölgede sadece Bulgarların bulunmaması, Rum, Sırp, Ulah, Arnavut, Türk-ki tüm Müslümanlar tek bir unsur/millet olarak kabul ediliyordu- gibi unsurların da bulunması, bu unsurların da bölgeyi sadece Bulgarlara bırakmamak için faaliyete başlamaları, bu unsurların çoğu zaman birbirleriyle kimi zaman da Osmanlı güvenlik güçleriyle çatışmaya girmeleri, Bulgarların esas faaliyet ve saldırılarını Osmanlı Devleti’ne ve Müslüman ahaliye tevcih ve teksif etmesi bölgeyi zamanla yangın yerine çevirdi. Bulgarların gayesi ve hedefi Avrupa’ya bölgenin yönetilemez bir hale geldiği mesajını vermek, böylelikle bölgede reform plan ve projelerini devreye sokmaktı. Kabul etmek lazımdır ki Bulgarlar bunda başarılı da oldu. Makedonya’nın Bulgaristan’a ilhakını temel alan ve esasen Bulgaristan’dan idare edilen Bulgar etnik ayrılıkçılarının isyanları Osmanlı Devleti tarafından çok sert şekilde bastırıldı. Bu isyanlarda Bulgarlar Müslüman ahaliyi de hedef aldığı için canı yanan bilhassa Arnavut Müslümanlar kimi yerde askerle kimi yerde de tek başlarına bu isyanlara sert şekilde karşılık verdi. Bilhassa tarihte İlya günü/İlinden İsyanı olarak geçen Ağustos 1903’teki Bulgar İsyanı’nda netice herkes için çok ağır olmuştu. Bulgar komitacılara inanan ya da onlarca isyana zorlanan Bulgarlar ziyadesiyle mağdur oldular. Bulgaristan’a ilhak yanlısı olanların bu başarısız isyanları Makedonya’nın özerkliğini isteyen Bulgarların daha bir ön plana çıkmasına yol açtı. Bunlar her ne kadar bölgenin Bulgaristan’a ilhakını hepten ve peşinen reddetmemiş olsalar da bölgeyi daha iyi okuyan, demografik yapıyı bilen, dolayısıyla bölgenin hiçbir şekilde Bulgaristan’a bırakılmayacağını kabul ve teslim etmiş akıllı ve mantıklı Bulgarlardı. Netice ne olursa olsun bölgede unsurlar arası çatışmalar ve her iki kanadıyla Bulgarların devlete karşı isyanları artık çok tehlikeli bir noktaya gelmişti. Büyük devletlerin fırsattan istifade bölge için kararlaştırdıkları ve bizzat kendi memurları eliyle tatbik ettikleri ıslahat ya da reform planları da yangını kimi zaman ve yerde daha da körüklüyordu. Zaten kapitülasyonlar gereği belli bir imtiyazı haiz olan büyük devlet konsolosları ve memurları, bu yeni ıslahat planlarıyla daha da dokunulmaz hale gelmişlerdi. Osmanlı subaylarının yakaladığı gayrimüslim çeteciler, yabancı müdahalesiyle kısa sürede serbest bırakılıyor, onlar da faaliyetlerine kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Her serbest bırakılan komitacı, potansiyel bir Müslüman katiliydi. Komitacılar kimi zaman askerlere pusu kuruyor, kimi zaman Müslüman sivilleri öldürüp köylerini ateşe veriyordu. Talat Bey’in fiilî liderliğini yaptığı Osmanlı Hürriyet Cemiyeti işte böyle bir ortamda kuruldu. Belki ileride unuturuz, kısaca şunu da ifade edelim: 1906’da kurulan Selanik-Manastır merkezli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile Jön Türklerin Ahmed Rıza grubu, yani Terakki ve İttihad Cemiyeti 1907’de birleşmişler, birleşme neticesinde örgütün ismi tanınırlığından dolayı Terakki ve İttihad Cemiyeti olmuştur. Aslında bu birleşme ile “ismi var cismi yok” hükmünde olan Terakki ve İttihad Cemiyeti ismi hariç tarihe karışmıştır. Zaten Paris’teki Terakki ve İttihad Cemiyeti esasen üç kişiden ibaretti denilse yanlış bir şey söylenmiş olmaz. Ahmed Rıza, Dr.Nazım ve Dr.Bahaeddin Şakir. Ahmed Rıza haricindeki iki ismin Makedonya merkezli İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin ve İttihadçılığın en sekter iki ismi olması hayli ilginçtir ve en makul izah şu olmalıdır: Onlar eylemlilik bakımından Makedonya İttihadçıları ile zaten aynı frekansa sahiptiler. Bu hususta son olarak şunu da söylemekte fayda olduğu kanaatindeyim. Avrupa ve ABD’de Jön Türkler ve İttihadçılar hakkında yapılan çalışmaların neredeyse hepsinde her iki grup ve telakki “Young Turk/Jön Türk” olarak isimlendiriliyor.

Tamamen 1908 sonrasını ele alan ciddî pek çok çalışmada Paris-Cenevre merkezli harekete mensup Abdullah Cevdet, Prens Sabahaddin gibi isimler Young Turk olarak isimlendirildiği gibi  Resneli Niyazi, Eyüp Sabri gibi İttihadçılar da aynı şekilde isimlendiriliyor.1908 şartlarında ve Meşrutiyet günlerinde Selanik-Manastır merkezli hareketin lider ve mensuplarının da kendilerini Jön Türk olarak tavsif ve takdim ettiği de bir hakikatse de bunun istisnaî ve dönemsel bir isimlendirme olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Artık “Jön Türklük” kavramının farklı dönemleri, farklı telakkileri, farklı hedefleri, farklı şahsiyetleri ve farklı örgütleri ifade eden iki akımı tarif ve izah edemeyeceğinin kabulü gerekmektedir. Konuya dair kaleme aldığımız kitap ve makalelerde bu hususu da bilhassa vurguluyoruz.       

Siz İttihadçı Komitacılığını da bu şartların doğurduğunu, dolayısıyla İttihadçı Komitacılığının sokak ortasında adam vurmak olmadığını söylüyorsunuz.

Evet. Az evvel bahs ve temas ettiğimiz büyük devlet konsoloslarının gayrimüslim komitacılar lehindeki tavassut ve şefaatleriyle bu komitacıların serbest kalması ve faaliyetlerine daha da germi vermeleri sadece Osmanlı güvenlik kuvvetlerinin çaba ve gayretlerini işlevsiz ve anlamsız kılmakla kalmıyor, Osmanlı yargısını da işlemez hale getiriyordu. Osmanlı mahkemeleri komitacıları yargılamada ve mahkûmiyet kararı vermede hayli zorlanıyordu. Üstüne bir de çıkarılan aflar yaraya tuz-biber ekiyordu. Abdülhamid’in bölgedeki sivil-asker memurlar tarafından tepkiyle karşılanan bu kararının sebebi elbette denge politikasıydı. Abdülhamid, Makedonya’nın devlette kalması ve devletin de varlığını idame ettirme çaresinin büyük devletler arasındaki rekabetten istifade olduğuna inanıyor, haliyle de bölgede nüfuzu olan devletlerin taleplerine mümkün mertebe mülayemetle yaklaşıyordu. Her büyük devletin her talebinin kabul edildiğini ya da her komitacının, katilin rica ve talep üzerine serbest bırakıldığını, beraat ettiğini iddia ediyor değiliz. Elbette bu talepler gibi taleplerin kabulü de her zaman haysiyet kırıcı şekilde vuku bulmuyordu.

Ancak şu da bir gerçekti ki, Abdülhamid değil bazı ıslahat taleplerini kabul etmemek, bazı yabancıların alacağının ödenmesinde gecikildiğinde dahi büyük devletlerin donanma gösterisi yapıp herhangi bir limanı ya da adayı işgal ettiğini dikkate alıyordu. Kimi zaman korku, kimi zaman da denge politikasının gereği olarak onur kırıcı kararlar alınabiliyordu. Abdülhamid ister mazur görülsün, isterse de görülmesin bu kararlarıyla ya da müsamahasıyla bölgedeki memurları, bilhassa subayları yaralıyordu. Bir zabit, müfrezesiyle çatışmaya girip neticede yakaladığı, silahını doğrultup anında oracıkta infaz etmediği ve adalete sevk ve teslim ettiği komitacının ya da çetenin yabancı müdahalesi ve Yıldız’ın müsamahası ile serbest bıraktırılmasından ya da mahkûm ve mahpusken hangi sebebe mebni olursa olsun affa mazhar olmasından sonra tekrar kendisine silah doğrultmasına artık tahammül edemiyordu.

OSMANLI SUBAYLARI “SUBAY KOMİTACILIĞI”NI BULGAR ve YUNANLILARDAN ÖĞRENDİ

İşte İttihadçı komitacılığı bu sakat ve haysiyet kırıcı duruma bir tepki olarak ortaya çıktı. Bu defa zabitler, komitacı kıyafetiyle bu gayrimüslim komitacıları takip ve tenkil ettiler. Artık çoğu kez ne yakalama ne de adalete teslim etme düşüncesi vardı. Sadece kendileri değil, emin oldukları bazı sivil Müslümanları da komitacılığa teşvik ve sevk ettiler. Osmanlı subayları genelde Bulgarlara karşı Rum, nadiren de Rumlara karşı Bulgar komitacı kisvesi ve kıyafetiyle mücadele etti. Kaldı ki, subayların komitacılığı sadece Osmanlı subaylarına da münhasır değildi.

Birçok Yunan ve Bulgar zabiti hududu aşıp Osmanlı topraklarına giriyor, Rum veya Bulgar çetelerinin liderliğini deruhte ediyordu. Osmanlı subayları Makedonya’da ne yapmışlarsa Sırp, Bulgar, Yunan veya Rum komşularından görüp yapmışlardır. Komitacılık, İttihadçıların mücadele ettikleri, devamlı karşı karşıya kaldıkları bir belaydı. Osmanlı subayları, “subay komitacılığı”nı da Bulgar ve Yunanlılardan görüp öğrenmişlerdi. Amiyane tabirle söylersek İttihadçı komitacılığı it-kopuk komitacılığı değil, her biri harbiye ve akademi mezunu, çoğu kurmay, zekâ seviyesi yüksek, yaralı, bölgenin kurtuluşu için çare ve çözüm arayan dertli, hamiyetli subayların çaresizliğin neticesi bir çözüm arayışı ya da şekli olarak terviç ettikleri bir işti. Kaldı ki sadece subaylar değil mülkiye mezunu nahiye müdürleri, kaymakamlar bile bellerinde tabanca ile komitacı avına çıkıyorlardı.

Elbette ki komitacılık, sadece komitacı kıyafetiyle komitacı peşine düşmek değildi. Gizli bir örgüt kurmak, ihanet edenleri ölümle cezalandırmayı, fedailiği düstur ittihaz etmek de komitacılıktı. Bu manada Rumeli’de Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, Ali Fethi Okyar dâhil komitacı olmayan hemen hiçbir subay yoktu. Salt komitacılıktan yola çıkıp İttihadçı/Makedonya Komitacılığını “sokak serseriliği” ya da katilliği derekesine irca edersek hem ayıp etmiş oluruz hem de bir bölgeyi, bir dönemi, bir tarihi ve daha da mühimi ondan alınacak dersleri anlamamış, ıskalamış oluruz. Kabul etmek lazımdır ki, Meşrutiyet’in ilanına doğru ve ilan gününde Osmanlı sivil-asker memurları da hedef alınmıştır. Ancak burada da çok dikkatli tespit ve tahlillere ihtiyaç vardır. Meşrutiyet öncesi suikast kararı verilenlerin hemen hepsinin müşterek hususiyeti hafiye oluşlarıdır. Hafiye, mesleği subaylık olan insanlar için affedilemez bir suçtu. Çünkü hafiyelik kadar can yakıcı, yuva yıkıcı bir alçaklık yoktu. Her an bir iftiraya maruz kalabilir, Fizan’a sürülebilirdiniz. Eşiniz, çocuğunuz, yaşlı ve kimsesiz ananız yapayalnız, orta yerde kalabilirdi. Allah’tan başka hiç kimse yardımcı olamazdı. En samimî dostlar bile fişlenmemek için kapınızın önünden geçemez, eşinizin, çocuğunuzun hasta ya da aç olup olmadığını sormaya cesaret edemezdi.

Kanaatimiz odur ki bu siyakta bir istisna teşkil eden Şemsi Paşa, kaderin hükmü neticesi hayatını kaybetmiştir. Normal şartlarda kolundan yaralanan insanlarda ölüm oranı hayatta kalmaya göre çok düşüktür. Şemsi Paşa doğrudan öldürülmek istenilmişse bile bu, onun vatanperverliğinden kuşku duyulduğu için değil, bir hareketi bitirmese bile sendeletecek derecede kararlı ve gözünü budaktan sakınmaz bir paşa oluşundandı. Şemsi Paşa için Niyazi Bey ve dağa çıkanlar padişaha ihanet eden hain-i din ü devlet olan çapkınlardı. Bir çatışma esnasında Şemsi Paşa karşısındakine hayat hakkı tanımayacak kadar padişaha merbut ve muti biriydi.

Meşrutiyet’in ilanında kolları arkadan bağlanarak kafalarına kurşun sıkılan 5-6 şahsın çoğu subaydı ve hafiye oldukları gerekçesiyle idamlarına karar verilmişti; ancak bu subayların hepsinin ailelerine mağdur olmamaları için maaş bağlanmıştır. İstanbul cinayetlerinde ise bir ilginçlik vardır. Mesela hafiye olduğu gerekçesiyle ve namertçe katledilen İsmail Mahir Paşa suikastine hemen hiç kimse itiraz etmemişti. Çünkü İsmail Mahir Paşa padişahın adamı bir Arnavut’tu. Yani Jön Türkler, paşa da olsa hafiye olarak tavsif ve tesmiye edilen biri öldürüldüğünde sükûtu tercih edebiliyorlardı. Ancak yine bir Arnavut olan Hasan Fehmi katledildiğinde onun meşhur ve müessir bir Jön Türk oluşu büyük bir fırtınanın kopmasına yol açmıştı.

Kanaatimiz odur ki her üçü de meşhur birer Jön Türk olan Hasan Fehmi, Ahmed Samim ve Zeki Bey’in katledilmeleri İttihadçı Komitacılığının yanlış anlaşılmasına yol açmıştır. Bunda elbette en büyük günah bu cinayeti işleyen ve işletenlerdedir. Ancak unutulmamalıdır ki Hasan Fehmi ve Ahmed Samim cinayetlerinde muhalefetten ziyade ihanet telakkisi baskındı. Zeki Bey’in katlinde ise bir gariplik mevcuttu.

Zaten bu cinayetin merkezî bir karara müstenid olmadığı, birkaç işgüzarın işi olduğu söylenmiştir. Bu görüş makul, hatta doğru gibi görünmektedir. Çünkü İsmail Mahir Paşa, Hasan Fehmi ve Ahmed Samim cinayetleri her ne kadar İttihadçı işiyse de fail-i meçhul kalmış ama Zeki Bey’in failleri tespit, tevkif ve tecziye edilmişti. İttihadçı Komitacılığı, esasen Meşrutiyet’in ilanından sonra ve İstanbul’da vuku bulan üç gazeteci suikastiyle anılıp takbih edilmektedir, ancak ne hikmetse Sadrazam Mahmud Şevket Paşa’nın yaverleriyle birlikte katledilmesi aynı kuvvette bir komitacılık faaliyeti olarak görülüp takbih ve tel’in edilmiyor, hâlbuki bir sadrazamın katli, mezkûr gazetecilerin katlinden daha ağır ya da asgari eşit telakki edilmelidir.

Bu durumda Meşrutiyet’in ilanı sizin kitabınızda da izah ettiğiniz üzere esasen anayasalı bir rejim veya idare arzusunun gereği olarak değil de, Makedonya’nın Osmanlı Devleti’nde kalması için müracaat edilen son çare oluyor; yani İttihadçılar Meşrutiyet ve parlamento derken özgürlük kastetmiyorlar bundan?

Evet, Muaz Bey tam olarak bunu söylüyorum. Osmanlı subayları ve en az onlar kadar cesur ve pervasız olan mülkî idareciler, aslında gayrimüslim dinî-etnik ayrılıkçı komitacılara her defasında hadlerini bildiriyorlardı. Neticede onlar her ne kadar eskiye nazaran hayli zayıflamış da olsa, büyük bir devletin memurlarıydı ve devlet gelenek ve kuvvetini her zaman gösterme haysiyetini haizdiler. Ancak onların en büyük endişeleri şu idi: Bölgenin idare edilemez görüntüsü Düvel-i Muazzama’nın müdahalesini celbediyordu. Bu çok daha onur kırıcıydı.

Her ne kadar 1902’nin sonlarında bölgeye bir umum-i müfettiş gönderilmiş ve daha farklı ve özel bir idare şekli kabul edilmişse de 1903 ve devamı senelerde büyük devletlerin tazyiki, hatta tehdidiyle bölgede özerkliğe davetiye çıkaran bazı reform plan ve projeleri tatbike başlanmıştı. Her büyük isyan ve bölgenin idare edilemez görüntüsünün ardından bir müdahale tartışması ya da söylentisi vuku buluyordu. İşte bölgedeki bu isyan ve devamlı çatışmalarla tebellür eden bölgenin yönetilemezliği algısı, İttihadçı subaylara göre Osmanlı Devleti’nde Avrupa’daki gibi cari bir anayasanın ve açık bir parlamentonun bulunmamasından kaynaklanıyordu. Gayrimüslim dinî-etnik unsurlar meclis olmadığı için ve müstebid padişahın baskıcı idaresi yüzünden dertlerini ve taleplerini dile getiremiyor, onlar da çözümü isyan ve çatışmada arıyorlardı.

Anayasanın merî olması ve meclisin açılmasıyla çatışmaların duracağına safça inanıyorlardı. Onların tek gayesi, çatışmaların durması, bölgenin idare edilemez algısının silinmesi ve büyük devletlerin müdahale edip adım adım özerkliğe giden reform projeleri dayatmaktan vazgeçmeleriydi. Aksi halde başka bölgelerde de olduğu gibi bu reform planları önce özerkliğe, sonra da bu yerin devletten ayrılmasına yol açacaktı. Oysa Makedonya devletin kalbi hükmündeydi, zaten çoğu da bölgenin çocuklarıydı. Yani, Meşrutiyet bir hak-hukuk özgürlük meselesi değil, Makedonya’nın elde tutulması meselesiydi. Onların bu söylemlerinin kimi Jön Türklerin söylemleriyle aynı ya da benzer olduğu söylenebilir.

Ancak İttihadçıların Meşrutiyet, kanun-ı esasi, parlamento söylemlerinin istinad ettiği temel ve istihdaf ettiği gaye ile  yani maksat ve niyetle Jön Türklerinki hayli farklıydı. Talat Bey de Abdülhamid’e müstebid diyordu ama bu onu, geçmişte kendisini Jön Türklük faaliyeti sebebiyle mahkûm ettiği için değil, Makedonya’nın karşı karşıya kaldığı tehlikenin müsebbibinin padişah ve idaresi olduğuna inandığı için söylüyordu. Talat, gençliğinin baharında anasını ve kızkardeşlerini kimsesiz bırakıp cezaevinde yattığı, sonra da sürgüne gönderildiği halde bunu hiçbir zaman kan davası haline getirmemiş, hatta Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a gelip Abdülhamid’le görüştükten sonra ona sempati duymaya bile başlamıştı.

Kazım Karabekir, Talat Bey ve arkadaşlarının bu tavrından rahatsız olduğunu çok net şekilde ifade etmektedir. Talat ile Kazım Karabekir arasındaki fark da buydu. Abdülhamid’in, babası hakkındaki sürgün kararını Karabekir hiçbir zaman unutmamış, Meşrutiyet’in ilanından sonra Abdülhamid’in tahttan indirilmesi için de çok ısrarcı olmuştur.  Kanaatimce bugünden geriye doğru bir okuma yapıp İttihadçıları cehaletleri ve saflıkları sebebiyle kınamak adil olmayacaktır. İyiniyetliydiler, önlerinde başka hiçbir çare ve çözüm yoktu. Onlar milliyetçilik çağında özerkliğin bile etnik ayrılıkçıları teskin etmeyeceğini bir türlü kabullenemiyor, Meşrutiyet’le birlikte artık terörün, komitacılığın, çatışmaların son bulacağına inanıyorlardı.

Böylelikle devleti ayakta tutmak için büyük devletler arasındaki rekabetten istifade etmeye, onlar arasındaki rekabeti körüklemek için şeref ve haysiyetimizi zedeleyen iktisadî imtiyazlar tanımaya, ekonomik değerlerimizi büyük devletlere peşkeş çekmeye de gerek kalmayacaktı. Meşrutiyet’in çözüm olup olamayacağına dair onların önünde herhangi bir tecrübe de yoktu. I. Meclis, açılışından çok kısa bir süre sonra 93 Harbi sebebiyle feshedilmiş, dolayısıyla hangi müspet veya menfî neticelere yol açacağı da görülememişti. Ancak onlar, Meşrutiyet’in yani meclisli monarşinin, anayasanın mutlak ve muhakkak surette etnik ayrılıkçılığa kilitlenmiş, hedeflenmiş insanlara hiçbir surette tesirde bulunmadığını yaşayarak, somut olarak görünce de artık daha az meşrutiyet, daha az kanun-ı esasî demişlerdir. Türdeş, homojen bir toplumda yaşasalardı anayasaya nasıl bakarlardı bilemiyoruz.

Siz aynı zamanda İttihadçılığın Kemalizmle de anılamayacağını savunuyorsunuz?

Mustafa Kemal, İttihadçıları ne kadar kullanmış olursa olsun, bazı İttihadçılar da Mustafa Kemal’a kendilerini -hem de akıl almaz şekilde- ne kadar kullandırtmış olurlarsa olsun Kemalizmle birlikte anılmak kadar İttihadçılığa yapılmış bir hakaret olmadığı kanaatindeyim. İttihadçılık lider açısından plüralist (çoğulcu), taban ve fikir bakımından da heterojendi. Mustafa Kemal, tartışmasız tek-adamdı. İradesi her şeyin üstündeydi ve bu iradeyi dizginleyen tek şey de yine kendi iradesiydi. Mustafa Kemal’in telkin, tavsiye ve tekliflere açık olması, onları kabul ve terviç etmesiyle çatışan görüşlerde kendisinin mutlak belirleyiciliği telif edilemez şeyler değildir.

Mustafa Kemal ile nispeten sınırlı serbestliğe ve iradeye sahip olan Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü arasında uçurumlar vardır. Tek-adamlık, aslında mutlak belirleyicilikle temayüz eder. Mesela Talat Paşa, şeksiz-şüphesiz İTC’nin lideriydi ama tek-adam değildi. Onun hiçbir zaman mutlak belirleyiciliği olmamıştı. Talat liderdi ama Enver ve Cemal Paşalar yanında Ziya Gökalp, Kara Kemal, Hüseyin Cahit Yalçın, Cavid Bey, Dr.Nazım, Dr.Bahaeddin Şakir, Ali Fethi Okyar, Mithat Şükrü Bleda, İsmail Canbulat, Hacı Adil Arda gibi isimlerin de liderin etrafında değişen oranlarda kuvvet ve yetkileri vardı. Bu isimler arasındaki makas hiçbir zaman uçurum boyutunda değildi.

Talat Paşa’nın veya Enver Paşa’nın sofrada hele de yaşları kendilerinden büyük misafirlere el öptürmesi görülecek şey değildi. Talat Paşa’nın sofrasında hiç kimse Talat’ın kanaatini duyduktan sonra Talat  aksini düşünüyor diye ikinci turda kendi görüşünün yanlış olduğunu söyleme mecburiyeti duymuyordu. Hüseyin Cahit Yalçın, munfasıl harfler meselesinde Enver Paşa’yı adeta fırçalıyor, buna mukabil Enver Paşa, Hüseyin Cahit’e “sen kim oluyorsun da bana böyle küstahça konuşabiliyorsun?” demiyordu. Enver Paşa kudretinin zirvesindeyken Cemal Paşa’ya yazdığı bir mektupta kardeşliğin kuvvet ve kudretten daha belirleyici olduğunu ihsas eden ifadeler kullanıyor “ellerinizden öperim” diyordu. Oysa Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı, Bahriye Nazırı ve 4.Ordu Kumandanı’ndan daha öndedir.

İttihad ve Terakki Cemiyeti’ndeki klikler arası çatışma ve fikir ayrılıkları kimi hatırat ve eserlerde hayli mübalağa edilmiştir. Gruplar birbirlerini tartmış olmakla birlikte hiçbir zaman tasfiyeyi düşünmemiştir. Bunun bir sebebi yeminli kardeşlikse diğeri de her kliğin eşit güçlere sahip olmasıydı. Oysa Mustafa Kemal, kendisine eşit ya da yakın kudret ve kuvvete sahip olan tüm Millî Mücadele liderlerini hem de terzil ederek, hatta ecel terleri döktürerek tasfiye etmiştir. Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele sadece tasfiyeye maruz kalmamış, Orbay hariç tamamı sehpayı ayaklarının altında, idam ipini de boyunlarında hissetmişlerdir. Talat, kendisinin de içinde olduğu ekibe suikast düşünenleri İstanbul Muhafızı Cemal Bey(Paşa)’in şerrinden korumak için haber gönderip kaçmalarını sağlamış, ancak İstiklal Mahkemeleri masum oldukları halde Dr. Nazım gibi ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin, ne planlarsa planlasın asla ve kat’a kıyılamayacak biri ile Cavid Bey gibi yalvarırcasına “toplu iğne ucu kadar günahım varsa idama hazırım” misillü müdafaa yapan ve aksi ispatlanamayan birini, devlet adamlığı tecrübesiyle komitacılığı terk etmiş, hatta Mustafa Kemal’in bile komitacılık teklifini reddetmiş İsmail Canbulat’ı, Ermenilerin bir kaşık suda boğmak için çırpındıkları Halis Turgut’u ve tartışmasız bir kahraman olan dadaş Rüşdü Paşa’yı darağacına göndermekten kaçınmamıştır.

Millî Mücadele denilince akla ilk gelen cemiyet olan Karakol’un iki kurucusundan biri olan Kara Vasıf, herhalde bu kadarı da artık ayıp olur, denilerek affedilmiştir. Mustafa Kemal kadar adam kullanmada mahir çok az lider dünyaya gelmiştir. İstiklal Mahkemelerinde İzmir Suikastı iddiasıyla idam cezasına mahkûm edilen Maarif nazırlarından Ahmet Şükrü Bey, mahkeme esnasında İttihadçı Komitacılığının, İttihadçı Fedaîliğinin piri olmakla, Serez’deki pek çok suikastin emir vericisi olmakla da itham edilmiştir.

Oysa bu iddia doğruysa Şükrü Bey’in bu özelliğini ve geçmişini en iyi bilebilecek insanlardan biri de Mustafa Kemal’di. Mustafa Kemal, kimi, nerede, ne zaman, niçin kullanmışsa buna mutlaka derin bir tefekkür ve hesap neticesi karar vermişti. Hatta Mustafa Kemal’i hayli uğraştırmış ve korkutmuş olan Trabzon Meselesi’nin bir parçası ve devamı olan Ali Şükrü Bey suikastından sonra İttihadçılıkları ve Teşkilat-ı Mahsusacılıkları malum Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Ankara’yı tanımaması üzerine onları yola getirmek için Trabzon’a vekâleten vali olarak gönderilen de Şükrü Bey idi.        

İsmail Bey tam da burada araya girmek istiyorum. Siz kitabınızda da İttihadçı komitacılığı ile Kemalist komitacılık arasında derin bir ayrıma gidiyor ve İttihadçı komitacılığının yanlış da olsa amacının memleket ve millet meselesi olduğunu ama Kemalist komitacılığın sanki hukuka uygun hareket ediyormuş görüntüsü vererek şahsî bir hâkimiyeti hedeflediğini iddia ediyorsunuz.

İttihadçı liderlerin hepsi vazife ve makamlarından çok kolay feragat edecek yapıda insanlardı. Enver’in yurtdışına gittikten sonra Anadolu’ya girme ve Millî Mücadele’nin liderliğini üstlenme düşüncesi hep yanlış anlaşılmıştır. Onun genç yaşında harbiye nazırı olması da böyledir. Enver ve pek çok İttihadçı Meşrutiyet’in ilanından sonra yüksek makamlara geçmek için hiçbir niyet ve arzu izhar etmiş değillerdi.

Enver 31 Mart Vak’ası’nda da, Trablusgarb Harbi’nde de, Balkan Harbi ve Edirne’nin istirdadında da makam-mevki peşinde koşan biri olmamıştır. Ancak 1914’te Harbiye Nazırı olduğunda orduda gerçekleştirdiği devrim mahiyetindeki değişikliğin neticesi de ortadadır. Tarihinin en ağır, en haysiyetsiz mağlubiyetini alan bir ordu, yaklaşık 1,5 sene zarfında 8-9 cephede aynı kararlılık ve kahramanlıkla mücadele eder hale gelmiştir.

Enver’in çevresinde de komitacılar, silahşorlar vardı ama onlar Trablusgarb’da İtalyanlara, Batı Trakya’da da Bulgarlara karşı mücadele ediyorlardı. Gerektiğinde de Bab-âli Baskını’nda tavzif ve istihdam edildiler ama basit ve 10-15 dakikalık bir baskını merkeze alarak Trablusgarb ve Batı Trakya’da aylarca devam eden bir mücadeleyi yok farz edip komitacılığı bir baskına irca etmek dürüstlük olmasa gerektir.

Dikkat ederseniz Enver Paşa’nın yanındaki silahşorlar aynı zamanda milletvekili tayin edilerek mecliste silahlarını gösterip muhalif mebusları tehdit işinde istihdam edilmiyorlardı. Ancak tarih bunları da net şekilde konuşmayı icap ettirir. Mustafa Kemal, 1920’de I.Meclis’te çok sayıda silahşoru milletvekili olarak tayin etmişti. Bunlar her türlü melaneti ve şirretliği sergilemekten de kaçınmıyordu. Mustafa Kemal, en tehlikeli İstiklal Mahkemeleri reis ve azalarını bu silahşorlar arasından seçmiştir.

Kemalizm, seküler, laik, Batıcı, pozitivist-materyalist umdelere sahip olmakla iktifa etmeyen, aynı zamanda bu dünya görüşünü zorla empoze ve tatbik eden bir zihniyettir.30’lu, 40’lı yıllardaki talebeler İslam’a ve geleneklere mugayir ders kitaplarıyla eğitim gördüler. Bazı semtlerdeki çocuklar ezan sesi duymadan büyüdüler.

Bir İslamcının, Kemalizm ve CHP çatısı altında fikrî bağımsızlığını koruyarak var olması mümkün müydü? Oysa İttihad ve Terakki’de her cins İslamcı, mütedeyyin ve muhafazakâr fikrî bağımsızlığını muhafaza ederek serbestçe ve hatta yetkili bir konumda yer alabiliyordu. İttihadçılık millet ve memleketi esas ittihaz etmiş insanlardan mürekkep ve müteşekkil heterojen bir koalisyondu. Allahaşkına İTC ile CHP ve Kemalizm arasında ne gibi organik, yapısal bir bağ var ki İttihadçı Komitacılığı ile Kemalist Komitacılık arasında bir benzerlik kurulsun.

İlk sorumuzda da andığımız gibi birbirleriyle hiçbir platformda uyuşamayan Kemalistlerin ve muhafazakâr/dindarların İttihadçılık karşıtlığında birbirleriyle ittifak etmeleri nasıl açıklanabilir? Bu birlikteliğin altında yatan olgular neler?

Maalesef ve maatteessüf böyle bir hata başbakanken bir danışman eliyle Sayın Cumhurbaşkanımıza da yaptırılmıştı. Sn. Cumhurbaşkanımıza “İttihat ve Terakki zihniyeti Gazi Mustafa Kemal'in de bizzat karşı çıktığı ve şiddetle mücadele ettiği bir zihniyettir. Bu zihniyet, Osmanlı devletinin çok hızlı ve ağır bir şekilde dağılmasını sağlamış, ardında da Cumhuriyete sirayet etmek, Cumhuriyeti çürütmek için yoğun bir mücadele vermiştir. Gazi Mustafa Kemal'in müsamaha göstermediği bu zihniyet, ne yazık ki vefatının ardından yeniden hayat bulmuş, yeniden iktidar fırsatı bulmuş ve Türkiye'ye ağır faturalar ödetmeye devam etmiştir. İşte Dersim, bu ağır faturalardan biridir. Beyler, biz burada 150 yıllık köhne bir zihniyetle mücadele ediyoruz” dedirtilmişti. Keşke danışmanlar bilmedikleri konularda biraz daha araştırma yapsalar.

Kemalistlerin İttihadçı ve İttihadçılık alerjileri anlaşılabilir. Çünkü bu telakkiye göre Mustafa Kemal galiptir, halaskardır, Türk yurdu ve milletini o kurtarmıştır; Mustafa Kemal olmasa adımız Yorgi ya da Eleni olurdu, ezanlar okunmaz, Müslümanlık filan kalmazdı. Bence tarihin gördüğü, göreceği en büyük demagojilerden biri de budur. Fakirin tezine göre ise şu an üzerinde yaşadığımız toprakları ve Türk Milleti’ni kurtaran evvela Cenab-ı Hakk, sonra da İttihadçılardır. Türk Kurtuluş Savaşı -ki bunun doğrusu Müslüman Türk Milleti’nin beka mücadelesidir- esas olarak 1913-1918 tarihleri arasında vuku bulmuştur.

Her şeyin başı Balkan Harbi’dir. Bu harp mağlubiyetin sadece toprak kaybıyla sonuçlanmadığını, milletin de mahvolmak üzere olduğunu göstermiştir. Balkanlarda etnik homojenliği sağlamak için Müslümanlar ya katledilmiş ya da tehcir edilmiştir. Katledildiğimiz, tehcir edildiğimiz Rumeli’de Müslümanlar azınlıkta da değildiler. Sıranın Ege’de Rumlara, Doğu’da da Ermenilere geldiği tartışmasızdı. Çok sayıda Rumeli muhaciri çarnaçar ve bin bir zahmetle Anadolu’ya, bahusus Ege bölgesine iskân edildi. Kendilerinin nasıl kovulduğunu, yakınlarının nasıl katledildiğini bilen, gören muhacirler ve onların yürek dayanmaz acılarına ve hikâyelerine bigâne kalamayan yerli Müslümanlar elbette ki Rumları göçe icbar edecekti.

Müslümanlar katledilirken, tehcir edilirken hak-hukuk-hürriyet teranesini terennüm etmeyenler sıra Müslümanların birkaç yüz bin Rum’u göçertmesine geldiğinde niye kıyamet kopartıyor anlayabilmek mümkün değil. Rumeli’nin Balkan Harbi ile çok kısa sürede elden çıktığını gören Ermeniler, artık sıranın kendilerine geldiğine tam olarak emin oldular ve büyük devletleri, bahusus Rusya’yı tahrik ederek 9 Şubat 1914’te Yeniköy Anlaşması’nı imzalattılar. Artık Ermeni bağımsızlığının önünü açan Ermeni özerkliği gerçekleşiyordu. Bu süreçte başta Talat olmak üzere İttihadçı liderlerin ricaları, istirhamları hatta yalvarmaları fayda etmedi ve Ermeni liderler tüm kıyıcılıklarını gösterip Ermeni bağımsızlığının önünü açan bu girişimi daha da hızlandırdılar. Ermeni Soykırımı iftirasının şampiyonluğuna soyunanlar İttihadçıların Ermeni Tehciri’ne Balkan Harbi’nden sonra karar verdiğini iddia ediyorlar. Dikkat buyurulursa 1913 ve 1914’te Ege ve Trakya’da bir Rum göçü vardır ama bu bölgedeki Ermeniler hiçbir şekilde ne göçe zorlanmış ne de rahatsız edilmiştir.

BALKAN HARBİ TEYAKKUZDA OLMAYI ÖĞRETTİ

Şayet Balkan Harbi’nde Balkan İttifakı’na dâhil olan devletlerden biri de Ermenistan olsaydı o zaman muhacirlerin sevk ve iskân edildiği bölgelerdeki Ermeniler göçe zorlanabilirdi. Ancak şunu da unutmamak iktiza eder: Balkan Harbi, İttihadçılara teyakkuzda olmayı, yaşananları asla ve kat’a unutmamayı öğretti. Balkan Harbi bir şeyi daha öğretti: Artık Trakya ve Anadolu’dan başka gidecek bir yer yoktu. Hicaz dâhil uçsuz-bucaksız bir sahaya sahip olduğumuza o gün pek inanan yoktu. Belki Musul, belki Halep bizimdi ama daha ötesi fiilen değil hükmen sahip olduğumuz yerlerdi. Kaldı ki gerek Kafkasya gerekse de Rumeli muhacirlerinin %95’i Rumeli, Trakya ve Anadolu’ya iskân edilmişti.

Balkan Harbi başka bir şey daha öğretti: Mağlup olduğumuzda sadece toprak kaybetmiyoruz, nüfusu da kaybediyoruz. Yani milletin de bekası artık tehlikededir. Biz hep kendi tebaamız olan etnik-dinî unsurlara karşı toprak kaybediyoruz. Navarin’de biz Yunanlara değil, Rus-Fransız-İngiliz İttifakına mağlup olduğumuz için Mora Yarımadası’nı kaybettik. Nüfusunun asgari yarısı Müslüman olan Tuna vilayetini 93 Harbi’nde Ruslara mağlup olduğumuz için Bulgarlara kaybettik. En son Makedonya’yı da kendi tebaamıza karşı mağlup olup kaybetmedik. Her ne kadar Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan zamanında bizim eyalet ve vilayetlerimizdiyse de Balkan Harbi vuku bulduğunda birer bağımsız devletti. Ancak her hal ü karda İngiltere, Fransa ve Rusya hükmünde değildiler.

Balkan Harbi, bir bakıma istisna, bir bakıma değildir. Çünkü onlar ayrı bir devlet olarak bizi mağlup etmişlerdi ama her biri de eski tebaamız, vilayetimizdi. Mesela 93 Harbi’nde Rusya’ya Kars-Ardahan-Batum’un verilmesi, mağlubiyetin doğrudan değil dolaylı neticesiydi. Şayet savaş tazminatını ödeyebilseydik netice farklı olacaktı. Hâsılı sıra Anadolu’da Rumlara ve Ermenilere gelmişti. Nasıl ki Rumeli’de etnik demografik homojenlik ve hâkimiyet, etnik katliam ve tehcirle sağlanmışsa benzer şey Anadolu’da Rumlar ve Ermenilerin etnik hâkimiyetinde de cari olacaktı. Bu defa Anadolu’nun korunması sadece toprağın değil, toprak üzerinde sakin nüfusun yani milletin de korunması manasına gelecekti. Bu defa Müslümanların, Türklerin kaçacağı yer de yoktu.

Hiç ama hiç kimse İttihadçıları Balkan Harbi’nden aldıkları en büyük dersi unutmadıkları için itham edemez. En büyük ders ise bu defa sadece vatanı değil, milleti de korumak için gerektiğinde erken davranıp tedbir almaktı. Balkan Harbi hezimeti ve neticesindeki katliam ve tehcir ile Yeniköy Anlaşması, İttihadçılar için isimlerinden ve kendi hayatlarından daha fazla ehemmiyet verdikleri dersler oldu. Rum göçü ve Ermeni tehciri ister istemez Anadolu ve Trakya’da Müslüman homojenliğini sağlamıştı.

Bu homojenliğin lazım olduğunu bize öğreten yine Balkan devletleri ve Büyük Avrupa devletleri idi. Çünkü Osmanlı Devleti’nin ve Müslümanların bir yeri kaybetmesi için nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların veya Türklerin teşkil etmesinin öneminin olmadığını Batı Trakya’da öğretmişlerdi. Balkan Harbi’nde kaybettiğimiz bu yerin %80’dan fazlası Müslüman ve etnik Türk’tü. II. Balkan Harbi’nde Edirne’nin istirdadından sonra biz burayı da aldık, hatta bağımsızmış gibi bir idarî yapı da kurduk ama maalesef yine de elimizde tutamadık. Bir yerin hem nüfusunun ezici çoğunluğunun Müslüman olması hem de o yeri savaşta kaybetsek bile tekrar savaşıp ele geçirmiş olmamız o yerin bizde kalmasına yetmiyordu. Böyle tecrübeler ortadayken İttihadçıların nasıl hareket etmesi gerekiyordu? Her şeye rağmen göçlerden sonra da Anadolu’da milyonun üzerinde Rum ve birkaç yüz bin de Ermeni yaşamaya devam ediyordu.

Hâsılı İttihadçılar, Anadolu’nun elde kalması için en önemli faktör olan nüfus homojenliğini bir şekilde sağlamışlardı. İngiltere, Fransa ve İtalya’nın Anadolu topraklarını işgal edip burayı kendi topraklarına katması geçmiş tecrübeler ışında muhal değilse bile imkânsızdı. Bir tek Rusya için tehlike mevcuttu. Onu da I. Dünya Harbi’nde Almanya safında harbe girmekle ve adına türküler yaktığımız Goben/Yavuz’un temin ettiği güvenle bir şekle bağlamıştık. Kaldı ki İtilaf devletlerinin İstanbul ve Anadolu’daki işgallerini ilmî bir şekilde, heyecandan ve resmî tarihin mübalağalarından arî bir şekilde incelediğimizde iddiamızın doğruluğu da görülür. İstanbul’dan Anadolu’ya silah, cephane ve mühimmat şehir işgal altındayken kaçırılmamış mıydı? Bizatihi Fransız ve İtalyan yetkililer bu kaçırma ve soygunlara yardım edip göz yummuyor muydu? Neredeyse Damad Ferid Paşa Hükümetleri gibi mütalaa edilen diğer İstanbul Hükümetleri İstanbul’dan Anadolu’ya silah, cephane ve personel kaçırılması için her türlü fedakârlığı göze almıyor muydu? Damad  Ferid Paşa haricinde bir İstanbul hükümeti reisine, bir sadrazama hain demek için cahil olmak yetmez, çok kötü niyetli arsız biri de olmak gerekir. 

İşte Kemalist tarih yazıcılığında bunların hepsinin yok farz edilmesi ya da unutturulması gerekiyordu ki Türk yurdunu ve milletini Mustafa Kemal kurtarmış olsun. Mustafa Kemal’in katkısını asla inkâr etmemekle birlikte 8-9 cephede savaşan Osmanlı Ordusu ile sadece Yunan Ordusu ile savaşan Milli Mücadele Ordusu’nu kıyaslarken hiç olmazsa daha adil olunması bir zarurettir. Kaldı ki Rusya ve İtalya hem Sakarya Savaşı’nda hem de Büyük Taarruz’da, Fransa da Büyük Taarruz’da bize yardım etmişti. İngiltere bile aslında son zamanlarda Yunanistan’ı kaderine terk etmişti. Millî Mücadele’de hiçbir şey olmadı demekle Türk yurdunun ve milletinin bekasını Mustafa Kemal temin etti demek çok farklıdır. Millî Mücadele de her ne kadar İttihadçı organizasyonu ve faaliyeti ise de onu prosedürel bir işlem mesabesine indiren şey altyapısı, yani 1913-1918 arası yapılanlardı. Hiç kimse başta Talat olmak üzere İttihadçı liderlerin ve kadronun bu memleketin ve milletin bekasını temin ettiği hakikatini inkâra teşebbüs etmesin. Tarih, 50 sene, 100 sene sonra değilse bile er geç bir gün mutlaka hükmünü kabul ettirir.

Muaz Bey, bizim dindar-muhafazakâr camianın İttihadçı alerjisi ise bu sohbette yer yer ifade ettiğimiz veçhile Abdülhamid hayranlığının neticesidir. Abdülhamid, 1897 Osmanlı-Yunan Harbi'nde bir padişah gibi hareket etmiş, 1885'te Bulgarların Doğu Rumeli'yi ilhak kararına sesiz kalma utancını bir nebze de olsa unutturmuştur. Dürüst olmak gerekirse diğer yerlerin elimizden çıkmasında Abdülhamid'in hiçbir suçu-günahı yoktur. Tunus ve Mısır, askerî kuvvetle müdafaa edilemezdi. Tuna (Bulgar Prensliği) ve Bosna-Hersek'in kaybı ise zaten ağır bir mağlubiyet olan 93 Harbi'nin neticesiydi. Kıbrıs'ın İngilizlere bırakılması ise Abdülhamid'in hayatında yaptığı en akıllıca işlerden biriydi. Şayet Kıbrıs, İngiliz hâkimiyetine terk edilmeseydi, çok ağır şartları ihtiva eden Ayastefanos Anlaşması, Berlin'de lehimize olacak şekilde yumuşatılmazdı. İngiltere, Kıbrıs hatırına Berlin'de Osmanlı Devleti'ni desteklemiştir.

Abdülhamid, Doğu Rumeli Vilayeti'ni Bulgarlar ilhak ettiğinde korkaklık göstermiş ve şartlar tamamen lehindeyken Bulgar Prensliği'ne haddini bildirememiştir. Bu günahını ise, 1897 Osmanlı-Yunan Harbi'nde gösterdiği şecaat ve Ermeni Islahat Projelerini devamlı geciktirmekle telafi etmiştir. Ancak kabul etmek lazımdır ki, Osmanlı artık ölmek üzereydi; İttihadçılar devleti yaşatacak tek ilacın Meşrutiyet olduğu inancıyla hareket ettiler. Yoksa Jön Türklerde olduğu gibi Abdülhamid’le olan şahsî meseleleri baskın değildi. Bu sebeple Müslümanlara her türlü melaneti işlemekten geri kalmamış terörist Ermenilerin milletvekili seçilmesine bile itiraz etmeyip üstelik onların mebus seçilmesini de desteklediler.

İTTİHADÇILARIN II.ABDULHAMİD’E BARİZ HUSUMETLERİ YOKTU

Ancak İttihadçılar, Meşrutiyet'in, yani anayasal rejim ve hakların etnik-ayrılıkçılığa mani olmadığını gördüklerinde hele de Balkan Harbi'nden sonra beka meselesinin bir ihtimal değil, mevcut bir tehlike olduğunu gördükten sonra milletin bekası için ne gerekiyorsa yapmaktan da imtina etmediler. İttihadçıların Abdülhamid’le çok fazla şahsî meseleleri olsaydı Meşrutiyet’in ilanından sonra onu hal’ etmeyi düşünürler ve zorlansalar da bunu gerçekleştirirlerdi. Bir defa padişaha karşı bariz bir husumetleri yoktu; ayrıca ilandan sonra padişahın yakın çevresinde adı hırsızlık, hafiyelik ve jurnalcilikle özdeşleşmiş ne kadar bürokrat ve nazır varsa hepsini tutuklamışlardı. Üstelik bunların rızalarıyla ya da tehditle malvarlıklarının büyük çoğunluğunu da hazineye devrettirmişlerdi. II. Abdülhamid, 10 Temmuz 1324-23 Temmuz 1908’den 31 Mart Vak’ası’nın olduğu 13 Nisan 1909 tarihine kadar “ismi var, hükmü yok” bir pozisyondaydı. Şayet 31 Vak’ası hakkında İttihadçılar sağlıklı ve doğru bir haber alabilselerdi padişahın bu isyanda parmağı olduğuna inanmayacaklar ve hal’ kararını aldırmayacaklardı.

Abdülhamid’in tahttan indirilmesinin haksız, hal’ fetvasındaki gerekçelerin iftira olduğunu kabul eden biriyim ama Abdülhamid’in hal’i bir din-iman meselesi değildir ve 33 sene tahtta kalan birinde çok büyük hatalar sadır olmasa bile mental yorgunluk baş gösterir. Abdülhamid; amcası Abdülaziz’in nasıl tahttan indirildiğini bildiği için canını ve tahtını korumak için lazım gelen her türlü tedbiri almakta haklıydı ancak zannımca ifrata kaçtı ve jurnalciliğe prim vererek ahlakî yozlaşmaya da katkı sundu. Abdülhamid çoğu zaman tenkid ile muhalefeti karıştırdı; her muhalifi de muhasım gibi gördü. Bence artık dindar camianın İttihadçılara daha farklı bir gözle bakmalarının zamanı gelmiştir.

Sizin çalışmanız yargılanmış ve tarihin mahpushanesine hapsedilmiş İttihadçılığın tahliye kararı olarak da görülebilir. Siz, akademik eğitiminizi tarih üzerine yapmamış birisiniz. Sizden önce tarihçiler tarafından böyle bir çalışmanın yapılmaması, yapılan çalışmaların hep aynı koroya eşlik etmesi nasıl değerlendirilmeli? Sizce neden İttihadçılarla ilgili ciddi çalışmalar yapılmadı?

Kişinin kendini ve haddini bilmesi kadar güzel bir şey yoktur. Ancak fazla tevazuun da kibir olduğuna inanan bir Müslümanım. Tevazu numarasıyla tekebbürde bulunmak Allah muhafaza çok tehlikeli bir günahtır. Ben İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduğum sene aynı üniversitede Kamu Hukuku Anabilim Dalı’nda yüksek lisansa başlamıştım. Niyetim asistan olmaktı. Ancak İmam-Hatip Lisesi mezunu olmam gadre uğramama sebep oldu. O dönem gadre uğrayan tek İHL’li ben değildim. Hemen hiçbir İHL mezunu hâkim ve savcı olamamıştı. Bugün İHL ve İlahiyatlara pozitif ayrımcılık uygulanmasını mukabil bir haksızlık ve rövanş olarak değil, açık kapatma olarak görüyorum. Ancak belli mevki ve makamlara tayin edilen İHL ve İlahiyat mezunlarını görünce de tefrite kaçıldığına hükmediyorum. Normal şartlarda 3 koyun güdemeyecek, eline üç kitap almamış, dünyadan ve hele de İHL misyonundan bihaber ama torpili kuvvetli bazı İHL ve İlahiyat mezunlarının zekâları, müktesebatları fevkalade olan insanlara amir tayin edilmesi, üstelik onlara çok küstahça tavırlarda bulunması hem haksızlık hem de günahtır.

Açık söylemek gerekirse bu ülkeye dair, ülkenin geleceğine dair kalıcı bir şeyler söylemenin yolu bu ülkenin değerleriyle barışık olmaktan geçer. İHL mezunu biri şayet standart zekâda ve biraz da tecessüs sahibiyse kanaatimce her zaman bir adım önde oluyor. Hukuk Fakültesi birinci sınıfta ders kitaplarını ve kanun maddelerini normal lise mezunları anlamakta zorlanıyorlardı. Biz İHL mezunları derslere daha kolay adapte olurduk, galiba çok sayıda sure ve aşır ezberlemenin neticesi olarak ezber melekemiz ve hafızamız da biraz daha kuvvetli oluyor. İslam hem bu toprakların hem de Türk Milleti’nin esasıdır. Bizler hem İslam’a, dinî bilgilere aşinayız hem de zekâmız, çapımız, alakamız ve tecessüsümüz oranında sair sahadaki bilgilere. Mühim olan sağlam bir perspektife sahip olarak terkip ve tahlil yapabilme kabiliyetidir; bu, kazanılabilir bir kabiliyettir. Bunun için de çok okumak, farklı seslere kulak vermek gerekiyor. Ne kadar zeki olursanız olun okumuyorsanız, az okuyorsanız o oranda da mukayese, terkip ve tahlil kudretiniz zayıf oluyor.

Ben lisans öğrenimini hukuk fakültesinde ihtisasını da kamu hukukunda yapan ama müktesebatını hukuk fakültesine ve kamu hukukuna borçlu olmayan biriyim. Ancak kamu hukukunun- hukuk fakültesinin önemini söyleme gerek yok-  şöyle bir özelliği var: Tarih, din, sosyoloji, iktisat, siyaset bilimi gibi pek çok saha ve dalla doğrudan alakalı. Hukuk, örnek olayı klişeye, kaideye arz etmeyi gerektirir. Bir kaidenin farklı değil, benzer değil, kimi zaman aynı örneklere tatbiki bile değişik neticelere müncer olabiliyor. Zihin bu gibi durumlarda farklı tepkiler, refleksler geliştiriyor, çözümler buluyor. Aynı fiil biri için cezayı müstelzimken bir başkası için böyle olamayabiliyor. Kanun maddesinin çoğu zaman lafzından ziyade ruhu öne çıkabiliyor.

Kimi zaman saik-sebep ya da kast veya hukuka aykırılığı yahut ceza ehliyetini ortadan kaldıran harşcî bir faktör mesela akıl ve ruh hastalığı, ıztırar hali, meşru müdafaa gibi haller fiilin her bir fail için farklı netice doğurmasına yol açabiliyor. Mesela bir operasyon şeklen tüm yasal prosedüre uygun, yani kanunî şekilde yapılmış olabilir. Şayet siz salt mevzuata ve lafza bakar, ruhu ve kastı ıskalarsanız ellerinizi kelepçeye de uzatabilirsiniz. Nasıl ki zamanında komitacılık, İstiklal Mahkemeleri marifetiyle mahkeme hükmüyle yapılmışsa yakınlarda da savcılık kararıyla hükümeti hedef alan bir komitacılığa cür’et edilmiş olabilir. Şayet şekle, mevzuata riayeti her zaman ve her örnek olay için şart ve mecburiyet addederseniz başbakanın ellerine kelepçe takılmasına da onay vermiş olursunuz.

Hâsılı bir hadiseye veya vakıaya nasıl bakacağınızdır mühim olan. Kimi zaman insanlar aynı argümanlarla aynı neticelere ulaşamazlar. Kastımız önyargıların ve ideolojik perspektiflerin argümanları değerlendirmedeki etkileri değil. Bunların da dâhil olduğu ama daha sıkıntılı ve karmaşık bir perspektif problemini kastediyorum. Fakat sağlıklı bir perspektiften evvel bilgiye ulaşmada bir isteksizlik görüyorum. Okuma hevesimiz ve bilgiye ulaşma arzumuz çok yüksek değil. Başka problemler de var. Bir akademisyen eserinin temel kaynaklarından olan bir kitaptan indeksine bakarak istifade edebiliyor.

Solcu bir meslektaşla sohbet ediyordum. Cengiz Aytmatov’un kitapları Ötüken’den çıktığı için ideolojik bağnazlık eseri sözler sarf ediyordu. Aynı şeyi bir başka birisi İletişim Yayınları için söyleyebilir. Cengiz Dağcı’ya bigâne kalan bir aydın düşünülebilir mi? Ya da Eric J.Zürcher’e bakmadan İttihadçılık hakkında söz söylemek çok kolay olur mu?

İsmail Bey, kitabınızda bugün üzerinde yaşadığımız toprakların ve bizatihi Türk Milleti’nin bekasının Balkan Harbi ve I. Dünya Harbi’nin neticelerinin sağladığını iddia ediyorsunuz. Aslında Koskoca bir imparatorluğu batırmış bir İttihad ve Terakki ile sizin tabirinizle memleketi ve milleti kurtarmış bir İttihad ve Terakki arasında korkunç bir uçurum var. Kitabınızın baştan sona okunduğunda iddianızın doğruluğunun görüleceğini söylüyorsunuz. Bu görüşlerinizi dile getirdiğinizde ne tür tepkilerle karşılaşıyorsunuz?

İmam-Hatip Lisesi mezunu, kendisinin İslamcı olarak tavsif ve takdim edilmesinden rahatsızlık duymayan birinin İTC ve İttihadçılar hakkında hakşinas kimi zaman da sitayişkâr ifadeler kullanması ilk başlarda çoğu kimseye yadırgatıcı geliyordu. Ancak insaf, adalet ve zekâ bir yerden sonra sizin itham edilmenize devama müsaade etmiyor. Yaklaşık 15 bin ciltlik bir kütüphanem var. Dinî müktesebatımız yanında hukuk, tarih ve bahusus folklorla da olan alakam naçizane bizim bihakkın değerlendiremediğimiz bir bakış açısı zenginliği sağlıyor.

Bilmediğim konuda ahkâm kesmiyorum ama zannediyorum İttihad ve Terakki’yi ve İttihadçıları en iyi anlayanlardan biriyim. Siz yazdığınız 5 satırlık paragrafın arkasından 1-2 saat söz söyleyebilecek bir birikime sahipseniz, bunun farkındaysanız kendinizi çok daha rahat ifade edebiliyorsunuz. Bugün vakıf olunan, ıttıla kesbedilen hiçbir vesikanın bir alt-üst oluşa yol açtığını görmedim; hakeza ileride ortaya çıkarılacak bir vesikanın da benzer bir tesire sahip olacağına inanmıyorum. İTC ve İttihadçılar hakkında çok az vesika mevcut. Onların asırlarca devam edecek tesirleriyle karşılaştırıldığında bu durum hayli ilginçtir. Mustafa Kemal ve ikballerini ona bağlılıkta görenlerin İttihadçı alerjisi yüzünden çoğu kimse hatıralarını da kaleme alamadı. Mesela Kara Kemal hakkında uzun müddet bir şey yazılamadı. Hâlbuki Kara Kemal, belgelerle değil, şahitliklerle, hatıralarla kıymeti ve şahsiyeti tebellür edecek bir İttihadçı liderdi. Ancak biz her şeye rağmen, belge ve bilgi yokluğuna rağmen Kara Kemal’in kıymet ve şahsiyeti hakkında sağlam tahlillerde bulunabiliriz.

Zekâ seviyem ve tarih müktesebatım İsmail Hami Danişmend’le kıyaslandığında deryada değilse bile sürahide ya da bardakta katredir, ancak her şeyde olduğu gibi tarih mevzuunda da sağlam bir perspektife ve iyi niyete sahip olmak şarttır. Danişmend, sağlam bir perspektife sahip olmadığı, önyargılarla malul olduğu, kimi yerde ahlakın basit kaidelerini bile zorladığı için kronolojisinin kimi yerinde yalan kimi yerinde de yanlış şeyler yazmıştır. Aynı şeyi Ali Suavi hakkında da yapmıştır. Farkındaysanız maslahata ziyadesiyle riayet ediyor ve Danişmend gibi birinden örnek veriyorum. Ancak maatteessüf zamanında abi dediğimiz, büyük bildiğimiz, hayran olduğumuz kimi yazarların da benzer basitliklere tevessül ettiklerine sonradan vakıf olduk. Ben, son zamanlarda bir iki heyecanlı genç haricinde muhatap olduğum ve bu meseleleri konuştuğum insanlardan menfî bir şey duymuyorum. 

 İttihadçıların, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tesirlerinin gelecek günlerde de gündemimizi işgal edeceğini ve geleceğimizi etkileyeceğini söylüyorsunuz? Burayı açabilir miyiz? İttihadçılık hangi saikler dolayısıyla geleceğimizi etkileyecek?

Meşrutiyet’in ilanının, 31 Mart Vak’ası ve Abdülhamid’in hal’inin, Trablusgarb işgalinin ve buna karşı başlatılan mukavemetin, Balkan Harbi’nin, Edirne’nin istirdadının, Batı Trakya’nın istirdadının ve buradaki müstakil idarenin tesisinin, siz sormadınız ama Meşrutiyet devrinin ilk darbesi olan Halaskar Zabitan darbe ve muhtırasının, buna karşı İttihadçıların kontra darbesi olan 23 Ocak 1913 Bab-ıali Baskınının, görevi başında suikaste kurban giden Mahmud Şevket Paşa’nın katlinin, I. Dünya Harbi’nin, Ermeni Tehciri’nin, Mütareke’nin, Millî Mücadele’nin, Trabzon Meselesi’nin, Talat, Enver ve Cemal Paşaların katlinin ve daha pek çok hadisenin 100. sene-yi devriyesi ya geçti ya da kısa süre sonra gelecek. Bunların hepsi 14-15 senede vuku buldu.

Demin de ifade ettim, üzerinde yaşadığımız toprakları bize armağan eden, Türk Milleti’ni helakten vikaye eden İTC’dir. İTC’nin dahlinin ya da tesirinin olmadığı hemen hiçbir büyük hadisemiz mevcut değildir.

Aslında İttihad ve Terakki ile İttihadçıların niçin önemsenmesi gerektiğine dair birkaç netameli meselemiz var. Bunlardan birincisi Ermeni Soykırımı iddiası, diğeri de yaşadığımız Kürt Meselesi haline gelme istidadı taşıyan etnik ayrılıkçı PKK terörü. İtiraf etmek gerekirse zamanında Beyazıd Meydanı’nda birlikte “Kahrolsun Amerika!”, “Kahrolsun İsrail” diye slogan attığımız bazı Kürt kökenli arkadaşlarımızın bugün PKK sempatizanı ve HDP mensubu ya da destekçisi olması kabul edilebilir gibi değildir. 25 sene evv

Kitabınız sepetinize eklendi
Kapat