Sepetim 0
Sepetinizde ürün bulunmuyor

Haberler

Büyüğümüz,

Genel Yayın Yönetmenimiz,

Mesai Arkadaşımız,

Ülküdaşımız

Erol Kılınç'ı Kaybettik.

Erol Kılınç'ın cenazesi 28 Aralık 2022 Çarşamba günü Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camii'nde kılınacak öğle namazına müteakip Çavuşbaşı Yukarı Baklacı Mezarlığı'na defnedilecektir. 

Mektupları okudukça çok ilginç ayrıntılar göze çarpıyor. Bizim için hiç de iyi sonuçlar doğurmayan bir gidişatın başlangıcı, bölgeye buralardan oldukça uzak olan Rusya, Fransa, Almanya, İngiltere ve Amerika’nın yoğun ilgisi, bu devletlerin siyasi ve kültürel olarak çok fazla çalışmaları dikkat çekiyor. Yani kendini oraların sahibi olarak gören Osmanlı kolunu oynatmazken Avrupa ve Amerika bölgeyi ele geçirip kendilerine bağlamak için adım adım ilerliyorlar. Okullar, kiliseler, maddi yardımlar, hastaneler… Aslında dünle bugün arasında değişen pek bir şey yok. Dün Avrupa ve Amerika oralara kültürünü götürerek yerleşme hevesindeydi. Bugünse buraları askeri üs, karakol, imtiyazlı bölgeler yaparak bölgeye sahip olma amacında. Bizse hâlâ buraların bizim olduğunu sayıklıyoruz, ne kültür adına ne de sosyo/ekonomik alana dair bir şey yapmıyoruz.

Ötüken Neşriyat tarafından bu yıl Mart ayında yayınlanan Radyoculuk Geleneğimiz ve Türk Musikisi kitabı, Tamer Kütükçü tarafından kaleme alınmış. Radyo deyince de akla ilk gelen konulardan biri, “müzik”, “musiki” radyoculuk geleneğiyle ilişkilendirilerek ele alınmış. Bu kitabın çok titiz bir araştırmanın ürünü olduğu daha ilk satırlardan itibaren anlaşılıyor. Bölüm başlıklarına bakıldığında o araştırmaların çok ilginç bilgiler sunduğu ve bu sayfalara sığdırılmaya çalışıldığı da belli.

Bahtiyar Ermiş - Genç Sanat Aralık 2021

Funda Özsoy’un Tahakküm romanında hatırlattığı üzere; kendi kendinden uzaklaşmakla, değerler yitimine uğramakla, sadece karanlıklarda birbirine dokunmakla herkes birbirinin kurdu olup kendisini ve birbirini tüketir esasında.

“Ne hoş bir güzelliği vardır, hafif adımlarla dünyadan gülümseyerek geçenlerin.”

Her elimize alışımızda kaçınılmaz olarak kendimizi gördüğümüz, bi-rer ayna kabul edebileceğimiz edebî eserlerin, esasında ortak bir anlaşma dili ol-duğunu da biliriz. Kelimelerin büyüsü… Ancak her yazar, kendi kaleminin imbiğinden geçirirken kelimelerini, farklı şekillerde vücuda gelen bir büyüdür bu. Ozan Neruda’nın tek yer olarak gördüğü, kanamaya devam eden evrende, her yazar, geçmişten bugüne “mekânların kendi peteklerine sıkıştırdığı zaman parçalarını” didiklemekle uğraşır. O mekânların başında, topografik mekânları da esasen mekân yapan “ruh” gelir. Kalemlerin uğraşı da bütün yükü yüklenmiş olan insan ruhunun imtihanlarına, maceralarına, hata-larına, çalkalanışlarına, gelip gitmelerine, al-danışlarına, gülümsemelerine, yanılsamalarına, “hep”lerine, “hiç”lerine, bir başkasının varlığıyla tamamlanamamışlığına, “amor fati”ye razılığına, haykıramayışına ve kanamaya devam eden yaralarına kelimelerle fener tutmaktır.

Üç hikâye ve bir deneme kitabı ardından okurlarının karşısına bu kez bir roman ile çıkan Funda Özsoy Erdoğan,  Tahakküm ile uzun soluklu bir ömrün mücadeleyle süren kesitlerini paylaşıyor okurlarıyla. Ötüken Yayınları arasından çıkan Tahakküm, birden çok yaşamın bir bedende toplandığı, farklı roller, farklı zamanlar üzerinden yaşanan bir mücadelenin ruhsal çözümlemelerle kendine yer bulmaya çalıştığı derin bir kaygıyı anlatıyor.

KIRKLANDIM

Geçenlerde oturduğum binanın girişindeki posta kutumda sarı, büyük bir zarf buldum. Üzerinde adım yazıyordu. Zarfı evirdim çevirdim, kimden geldiği belli değildi. Postane işine de benzemiyordu herhangi bir kargo firmasının zarfına da. Öyle olsa, zaten görevli şahıslar beni bulur, mutlaka TC kimlik numaramı ve imzamı isterlerdi. Ya bir tanıdığım yahut zarfın sahibi getirip bırakmış olmalıydı. Elimle zarfı hafiften yoklayınca içinde kitap olduğunu anladım. Şu yazın kavurucu sıcağında kim bana bir kitap göndersin ki diyerek zarfla birlikte eve çıktım.

Zarfı nasıl yapıştırdılarsa açılmak bilmiyordu. Tükürük değil zamk mübarek diye iç geçirdim. Bir miktar mücadele sonrasında pes edip makas ile kesmek zorunda kaldım. Zarfın içinden mavi kapaklı bir kitap çıktı. Gök mavisi kapağın tam ortasında zarif bir bayan eli ve elin ucunda bir kelebek vardı. Üzerinde “denenmiş denemeler” yazıyordu. En üstte yazarın ismi, ortada ise iri puntolarla kitabın adı yazılıydı.
Kapağı çevirdim. Kitabın ilk sayfasına el yazısı ile şöyle bir not düşülmüştü: “Erhan Genç’e, kırk’lanmanın bereketini yaşaması dileği ile… İmza: Funda Özsoy Erdoğan. Tarih: 1Haziran 2017.”

Funda Özsoy Erdoğan hanımefendiyi Gülümsemeyi Unutma’nın “Kibritçi Kız”ından, Sana Yazdığım Bir Mektup Olsam’ın yazarlığa özenen Kader’inden ve Öğrenilmiş Çaresizlik’in 15F numaralı Ortaçeşme-Kadıköy hattının müdavimlerinden tanıyordum. Hatta öyle ki Öğrenilmiş Çaresizlik’i okuduğum sıralarda, bu kadar kadın pozitif ayrımcılığının yapıldığı bir çağda kadına dair birçok soruna bu kadar içten eğilen bir kitap nasıl olur da gündeme gelmez diye epey şaşırmıştım. Hatta bence ödül almalıydı! Dolayısıyla Funda Özsoy Erdoğan hikâyelerini beğenirim. Dergilerde okuduğum bazı denemelerini de ilgiyle takip ettiğimi hatırlıyorum.

Funda Hanım, şimdilerde edebiyat dergiciliğimizin en eski çınarlarından biri olan Türk Edebiyatı Dergisi’nde yazı işleri müdireliği görevini sürdürüyor. Genel Yayın yönetmeni Bahtiyar Aslan ile birlikte 525. sayısına ulaşan Ahmet Kabaklı’nın yadigârı bu dergiyi çıkarmaya devam ediyor. Kırklandım adlı yeni kitaba işte bu şekilde ulaşmış bulundum. Yazarın diğer kitapları gibi yine Ötüken Yayınları’ndan çıkan Kırklandım, otuz ayrı denemeden oluşuyor. İmzalı sayfayı çeviriyorum, bir şiir:

kırklandım,
sarındım çınarların sakin gölgesine
öğrendim yepyeni bir alfabeyi,
uzun bakmayı, göğü öpmeyi,
yavaş yürümeyi
fırtınaları yolcu edip geceden
huzura bağladım benim eski tekneyi

Şiir, yazarın yakın arkadaşı Özlem Tezcan Dertsiz’e ait. Bir yaprak daha çevirince 13 eylül cumartesi tarihli bir günlük sayfası ile karşılaşıyorum. Funda Özsoy Erdoğan’ın kitabı bir günlük şeklinde kurguladığını birkaç bölüm sonra anlıyorum. Her deneme aslında bir günlük sayfası. Bu dakikadan sonra kendimi bir deneme kitabı okur gibi değil bir yazarın günlüğünü gizliden gizliye kurcalıyormuşum gibi hissediyorum. Kaptırıyorum kendimi günlüğün sayfalarına.

Yazarın günlüklerinde neler yok ki… Van Gogh’tan, anne-kız ilişkilerine; kahve ve çay muhabbetlerinden, Alev Alatlı’nın Günay Rodoplu’suna; beyaz atlı prenslerden, Havva olmaya, Mustafa Kutlu’ya, Neşet Ertaş’a, Beethoven’a… Funda Özsoy Erdoğan’ın günlük sayfaları dünya ve yerli kültür-edebiyatı ile geleneğin birçok parçasına işaret ediyor. Okuru elinden tutup gezdiriyor adeta. Bunu zorla ve can sıkarak değil, seve seve, bile isteye yapıyor hem de. Elbette burada bütün denemelerden bahsedecek değilim ama dikkatimi çeken birkaç tanesini zikretmeden geçemeyeceğim.
Kırklanmış Bir Hikâyecinin İtirafları’nda Funda Özsoy Erdoğan’ın da Mustafa Kutlu’nun paltosundan çıktığını anlıyoruz. Ne paltoymuş ama… Yazar, Kutlu’nun Bu Böyledir’ini okuduktan sonra hikâyeciliğe bakış açısının değiştiğini, belli bir yere kadar taklit etmekle kendini yazarlığa alıştırdığını itiraf ediyor. İlk defa ulusal bir dergide hikâye yayımladığı 19 yaşından bugüne değin hangi badirelerden geçtiğini, kimleri örnek aldığını tek tek anlatıyor. Aslında yazar bu yazıyı yazmak ile yazar olmak isteyenlere ışık tutmuş oluyor.

Yazarın yazar adayları ile ilgilendiğini İçimdeki Yazara Şapka Çıkarmak başlıklı yazısından anlamak mümkün. Ben bunu halihazırda bir edebiyat dergisinde yazı işleri ile ilgilendiği için kendine bir görev addettiğini düşünüyorum. Çünkü bizim edebiyatımızda dergiler biraz da mekteptir bir bakıma. Yazıda yabancı yazarların nasıl yazar olduklarına dair The Paris Review’e verdikleri röportajlardan bahisle sözü memleketimizin yazarlarının nasıl yazdıklarına getiren yazar Nazan Bekiroğlu’nun, Sevinç Çokum’un, Ethem Baran’ın, Selim İleri’nin, Necip Tosun’un, Mehmet Niyazi’nin yazma alışkanlıklarını bir bir sıralıyor.

Kitabın en sevdiğim denemesi ise Haldun Taner Okuma Mevsimi. Bu yazıyı geçtiğimiz sene dergide yayımlandığı zaman okumuş ve bayılmıştım. Tam da Haldun Taner okuması yaptığım günlere denk gelmişti bu yazı. Yazıda, Haldun Taner’in o sıcacık ve insanı kavrayıveren üslubuyla hikâyeciliğine dikkat çekerken yazarın hikâyeleriyle “sadelik en son varılan aşamadır” sözünü doğruladığını ifade ediyor. Yazıyı okumadan yanınızda yakınınızda bir Haldun Taner kitabı bulundurmanızı tavsiye ediyorum. Zira yazıyı okuyunca canınız çekiyor.
Son yazı, kitabın adına ilham olan şiirin şairi, Özlem Tezcan Dertsiz’e ayırılmış. Bunu bir ithaf olarak da okuyabiliriz. Günlüğün bu sayfaları birbirini seven iki edebiyatçının tüm sıcaklığını aksettiriyor. Birbirinin kitabını bile okumayan birçok yazar ve şair arasında bir yazarın bir şaire böyle bir yazı yazmasını kıymetli bulduğumu belirtmeliyim.

Funda Özsoy Erdoğan’ın Kırklandım’ı, her sayfasında ortalamanın çok üstünde bir samimiyet bulabileceğiniz, her denemesinden bir şeyler kapabileceğiniz bir kitap. Adı üstünde: “denenmiş denemeler”. Hap gibi yani. Yutulmaya hazır. Tam da şu sıcak günlerin ikindi sonralarında, çay eşliğinde balkonda okumalık. Ben öyle yaptım.

Son söz olarak Funda Hanımefendi’ye kitabı imzaladığı ve bir de zahmet edip kapıma bıraktı/r/dığı için teşekkür ediyorum. Şimdi gidip bir Haldun Taner hikâyesi okuyabilirim… (sanatalemi.net)

Erhan GENÇ

18 TEMMUZ 2017

KIRKLANDIM

       Kırklandım, Funda Özsoy Erdoğan’ın Ötüken Neşriyat’ tan çıkan deneme kitabı. Yazdığı öykü kitaplarıyla ve inceleme yazılarıyla tanıdığımız yazar, bu kez “denenmiş denemeler”ini paylaşıyor okurlarıyla.

       Yazarın yaşanmışlıklarına ve gözlemlerine hemen her denemesinde rastladığımız kitap, sadeliğin varılan en son nokta olduğunu doğrulayan dili, betimlemeleri, zarif anlatımı ile okuyucuyu içine çekiyor. Her denemenin arasına serpiştirilen ve kitaba farklı bir form kazandıran şiirsel cumartesi günlükleri ise Kırklandım kitabının yazım aşamasının ne kadar sürdüğüne dair ipucu da veriyor. 13 Eylül Cumartesi başlayıp 12 Eylül Cumartesi biten günlüklerden anlıyoruz ki, zaman süzgecinden geçen, ince ince dokunan, çayın ve kahvenin yanında demlenen Kırklandım kitabındaki denemeler, bir yıllık zamanı kapsamakla beraber, aslında yılların birikimini, yaşanmışlığını barındırıyor içinde.

“Unutuluş”, içinde uzunlu kısalı otuz deneme bulunan kitabın ilk denemesi. Çocukluk yıllarının heyecanı, mutluluğu, o masalsı yanları son bulmuştur. Yıllar çok çabuk çekip gitmiştir:

“Benim gibi kırk yaşını devirdiyseniz artık; bir yıl ömür defterinizden

Bir sayfadır sadece. Bir pencere açılmış, bir kapı kapanmıştır. Sanki az gitmiş uz gitmişsinizdir de, yine de bir arpa boyu yol alamamışsınızdır.”(sf.12.)

     Akıp giden zamanın içinde ne kadar kalıcı olabiliriz ya da ne çabuk unutulan? Denemenin sonunda bu soruyla okuyucuyu baş başa bırakıyor yazar.

         “Akşam Yine Akşam” denemesini okurken şimdilerde nadiren rastlanan mahalle kültürü ile yeniden karşılaşıyoruz. Çocukların akşam ezanının okunmasıyla sokak oyunlarından kopup evlerine dönüşü, yaşlıların akşam çaylarını komşularıyla bahçelerde içmeleri, bizleri özlem duyulan geçmişe götürüyor, hüzünleniyoruz biraz. Zira artık ömrün de akşam vakti gelmiştir, kırk’lanmış, çoktan kırk’lara karışmışızdır.

   “Ekim Ayında Doğup, Yine Ekimde Ölen Şairin Hatırlattıkları” isimli denemesinde ekim ayının hayatında önemli bir yer tuttuğuna değiniyor yazar. Hazin bir öyküyü içinde barındıran bu yazı, şair Cahit Sıtkı Tarancı’dan Peyami Safa’ya kadar uzanıyor. Yazar, Ekim ayını bir vedalaşma ayı olarak nitelendirmiş, babasının ölümü ile Cahit Sıtkı’nın   doğum ve ölüm tarihlerindeki kilit noktaya dikkati çekerek.

Yazar, bu kitapta “benim yazarım” dediği hayatının içine yerleştirdiği, beslendiği, başucu yaptığı, bütünleştiği önemli yazarları okuyucusuyla paylaşmaktan da çekinmiyor. Bunun okur için lezzetli bir ikram olduğunu ve iyi okurlar için ruh doyurucu niteliğini kabul etmek gerek. Yazarımız bu konuda okura oldukça cömert davranıyor.

“Bir Yazar Niçin İntihar Eder” başlıklı denemede, intihar eden bir yazarın haberi üzerine ölen benim yazarım mı düşüncesine kapılabilir insan. Yazarımız böyle bir haber üzerinden intihar eden kıymetli yazarları gündemine taşıyor, bir yazar yaşamak yerine neden intiharı tercih eder sorusuna cevap arıyor.

     Anne evlat ilişkisi üzerinden yazılan, psikolojik yönü ağır basan “Kuşaktan Kuşağa Aktarılan Travmalar” denemesini okurken, bu aktarılan travmalar sonucu bir annenin kendisine ördüğü duvarların ardındaki yaralanmışlığını, dışlanmışlığını gördüğümüzde kendi gerçeğimizle de yüzleşiyoruz aslında. Sevilmeyen, önemsenmeyen, kabul görmemiş her insanın ruhunda açılan yaraların iyileşmesinin, affedebilmenin ne kadar zor olduğunu bizzat aynaya baktığımızda görmüyor muyuz? Ama yine de yazara kulak vermeli, o zinciri kırmak adına:

       “Annemi yıllarca suçladım, duygusal zayıflığından ve sevgisini fiziksel olarak göstermedeki acizliğinden ötürü. Ama şunu fark ettim ki; onu suçlamaya devam edersem, ben de o aile dramının bir parçasına dönüşebilir, o zincirin bir halkası olabilirdim.”(sf.38)

   Funda Özsoy, Van Gogh’u anlattığı yazısında gerçek yaşama tutkusunun ne olduğunu, hayata resimleriyle tutunmaya çalışan bu büyük ressamın şahsında anlatırken, Beethoven’in müziğini anlattığı yazısı ile bize Batı’nın ruh halini göstermeye çalışır. Yazarın kaleminden dökülen incilerden “Aşka Dönmek, Aşkla Dönmek” ise nice yazardan okuduğumuz Hz. Mevlana’yı kendi dilinden ve bir şiirin kılavuzluğunda anlatır bize.

     Yazarın usta kaleminden dökülen denemeleri okurken hiç sıkılmıyorsunuz. Okuyucuyu diri tutan bu yazılardan “Havva Olmak” denemesi ile Âdem ve Havva’nın yaradılışından bugüne iyilik ve kötülüğü, cennet ve cehennem kavramlarını irdelerken Funda Özsoy; yasak meyvenin insan hayatına nasıl yön verdiğine dair sorgulamalarda bulunuyor:

“Ne zaman ki, insanın dünya hayatında ‘iyi ve kötü’ ile sınanışı başladı, cennetin ve cehennemin bir başka şeklini içimizde barındırdığımız hatırlatıldı bize. Nefs, akıl, ruh… İnsana ait özellikler, ‘Âdem’in ve Havva’nın doğasında var olan.”(sf.127)

   Yazarın bu yazıyı okuyucuya seslenerek bitirişi ise dikkat çekiyor:

“Ey okuyucu, Şahidim ol! Yolu yeryüzüne düşmüş, macerasını dünya zamanına sığdırmış, kırkını çoktan aşmış, yine de kırk fırın ekmeğe muhtaç hâlâ, hâlâ adaletin ve vicdanın varlığına inanan, onca şiddete, kötülüğe rağmen inanan bütün Havvalar adına şahidim ol!”(sf.129)

   Okuyucu olarak bu seslenişe şahit olduğumuzu söylüyoruz.

 

       Kırk’lanmış, kırkını aşmış bir kadının, bir yazarın, bir eşin, bir annenin, bir okurun güçlü ve zayıf yanlarıyla var oluş mücadelesini anlatırken yazarımız “Kırklanmış Bir Hikâyecinin İtirafları” yazısında, hem kendine hem de okuruna itirafta bulunuyor aslında. Bu var oluş mücadelesinde kendisine arkadaşlık, hocalık etmiş yazarları tekrar tekrar okuyarak aldığı lezzeti de samimiyetle dile getirmiş.

         “Benimle Yaşıt Bir Derginin Yazarı Olmak” yazısını okuduğumuzda anlıyoruz ki Funda Özsoy Erdoğan’ın hayatında   Türk Edebiyatı dergisinin özel bir yeri var. Zira zorlu edebiyat yolculuğuna çıkarken yazarımız , henüz çok gençken, bu dergi ona bir ocak olmuş, kucak açmış. Artık kırklı yaşlarına gelmişler Funda Özsoy, kendi ile yaşıt bu derginin şimdilerde yazı işleri müdürlüğünü yapıyor oluşu ise hayli anlamlı. İkisi de kırk’lanmış, kırkını aşmış olmanın olgunluğuyla, birlikte devam edilen bir yolculuk…

     Funda Özsoy Erdoğan, Kırklandım kitabı ile varoluşun ağırlığını hisseden insanın, kendi gerçeğini aramasına katkıda bulunuyor aynı zamanda. Bereketli kaleminden yüreğinin güzelliğini akıtırken satırlara, her denemesi ile okuru düşünmeye, sorgulamaya teşvik ediyor. Bunu yaparken en maskesiz hali ile okurun karşısına çıkma cesaretini de göstermiş. Kitap, kırk’lanmış, kırkını aşmış okurlara farkındalık sağlaması bakımından önemli, ama her yaş grubuna hitap ettiğini söylemeyi de ihmal etmemek gerekir. (YEDİ İKİM DERGİSİ,EKİM

2017,331.SAYI)

 

GÜL TANRIVERDİ

Sevgili Funda Özsoy Erdoğan,

     Kırklandım’ı neredeyse nefes nefese okudum. Unutmabeni çiçeğinden sonra “bağışladım” çiçeği ne güzel bir özet olmuş kitabınıza. Şair dostunuz Özlem Tezcan Dertsiz’i en son denemede iyice merak ettirdiniz bana zaten.

     Denemeler arasında, sadece cumartesi günlerinden seçtiğiniz pasajlar var. Hepsi birbirinden farklı, özel, samimi… Neden sadece cumartesiyi seçtiğinizi merak ettim. Günlükleriniz var mı, onlardan mı derlediniz? Keşke günlüklerinizi de okusak. Bir yazarın, hele kadın hallerini yazan bir yazarın sizin gibi böyle dürüstçe, açıkça, kendisiyle barışık bir halde içini açması çok özel ve değerli bir okuma deneyimiydi benim için.

   Kitaptaki ilk yazı “Unutuluş”ta çocukluğun derinliği üzerine söyledikleriniz ne kadar da doğruydu. Hiç bitmeyen bir çocukluk… Ta ki bağışlayana kadar… “Akşam, Yine Akşam” da bahsettiğiniz sokağınıza bir gün misafir olmak istiyorum. Annenizin diktiği rengârenk masa örtüsü üzerinde kurabiyelerinizi sizinle paylaşmak. “Ekim Ayında Doğup Yine Ekimde Ölen Şairin Hatırlattıkları”denemenizde önce babanız, sonra Feyza’nız çok üzdü beni. Aralardan bölük pörçük biliyordum ama böyle birden, beraber... Dirayetinize hayran olmamak mümkün değil. Virgina Woolf’unuz, Mansfield’iniz, Haldun Taner’inizden bahsedersiniz hep, ama altını çizdiğiniz cümleleri yüzlerce kez okumanız, dönüp dönüp bakmanız, ezbere bilmeniz de etkiledi beni.

     Sessiz ve derinden bir bağınız var her şeyle. Parlayıp sönmelerin, anlık tutkuların kadını değilsiniz. İnsan size daima güvenebilir, sığınabilir. “Kuşaktan Kuşağa Aktarılan Travmalar” yine içimi yakan yazılardan. Balkona çıplak ayakla basmak kahretti!.. Ben de annemin bana sarıldığını ve beni öptüğünü hatırlamam, katmerli bir hüzün yaşadım o yüzden. Yine de anlamaya ve affetmeye çalışmanız müthiş! Ayhan’ın ölümü ve sonrası bir nevi anlaşılır da kılıyor belki. O yazıda sözünü ettiğiniz kitap bende de vardı. Ben de o kitabı kendimi anlamak için okumuştum. Sadece yazarlar değil, ressamlar ve müzisyenler hakkında anlattıklarınız, kurduğunuz bağlantılar, derli toplu bir sunuş ve felsefe, çaydan kahveye kadar bir sistematik inceliğinizi ve derinliğinizi veriyor hep. “Harfler ve Notalar”da Bekir Yıldız’ın kızı Elif Yıldız ve Kemalettin Tuğcu’nun torunu Meral Tuğcu ile Kandilli Kız Lisesindeki sınıf arkadaşlığınız ne güzel tesadüfler. 2010’da yayımlandığında kardeşinize imzaladığınız Gülümsemeyi Unutma’yı onun gidişinden sonra yeniden elinize almanız ise yine kahır dolu.

     Siz müthiş bir kadınsınız! Her şeye rağmen hanımefendi, onurlu ve yaşama sevinciyle dolu kalıyor olmanızı aklım almıyor pek. “Günay Rodoplu’nun Güçlü Sesi” denemesini okuyunca Alev Alatlı’nın dört kitaptan oluşan Orda Kimse Var Mı nehir romanını çok merak ettim. Okuma listeme ekledim onları da. “Beyaz Atlı Prensleri Beklemek”te yine yol göstericiliğiniz ve merhametiniz konuşuyor. Mustafa Kutlu öykülerine benzeyen yeşil gözlü şehriniz ve mahalleniz, Üsküdar’da uğradığınız hakarete rağmen inancınızı kaybetmeyişiniz, hep iyimserlikten ve umuttan yana oluşunuz o kadar önemli şeyler ki! Yaşar Kemal yazınız, babanızın kütüphanesi, gömülen kitaplar, dayınız, çocukluğunuzda duvarlara yazılar yazan gençleri merak edişiniz hepsini tebessümle okudum.

     Kaderin sizi Funda Özsoy Erdoğan yapacak olmasının ufak izleri…

   “Edebiyat yolculuğuna çıkmaya hazırlanan herkes kendi koltuğunu yanında getirir.” cümleniz başyapıt. Ethem Baran’ın Neşet Ertaş hikâyesini yazış sürecini anlatmanızı yine ilgiyle okudum. Üslubunuzda, satır aralarında hissedilen bir merhamet, adalet duygusu ve anlama çabası var hep. Saygılı, incelikli. “Haldun Taner Okuma Mevsimi” ve “Benimle Yaşıt Bir Derginin Yazarı Olmak” yazılarınızı daha önce de okumuştum Türk Edebiyatı dergisinin sayfalarında, ama yeniden okudum. Haldun Taner ve haziran… Sonra balkon, arkadaşlıklar, çaylar ve kurabiye… Ezbere bilinen satırlar benim için hala ilginç ve ulaşılmaz. İlk öykünün kız kardeşle paylaşılan –artık buruk- o sevinci ise çok hüzünlü. “Şiddete Açılan Kapı” yine çok çarpıcı yazılardan. Masumiyet Müzesi’ne daha gitmedim ama bu müze ile ilgili izlenimlerinizi paylaştığınız “Masum Bir Gezi” yazınızı keyifle okudum; ayrıntılar, hafızanız, inceliğiniz kendini gösteriyor yine bu yazıda da. Artık girmeyi planladığım yerlerden biri oldu Masumiyet Müzesi de. Özlem Tezcan Dertsiz ise şiir kitaplarını edineceğim bir şair şimdi.

       Bence siz harika bir insanız. Sanatın karanlık, kötücül tarafına meyyal yazarlardan değilsiniz. Hep bir umut, yaşama sevinci, dürüstlük, onur var sizde. Merhametiniz, iyi niyetiniz, anlayışınız hep ön planda. Sizi çok sevdiğimi bilmenizi isterim. İyi ki tanışmışız. (Türk Edebiyatı dergisi 531.sayı, 2018 Ocak)

ÖYKÜ TADINDA DENEMELER

Funda Özsoy Erdoğan’ın Türk Edebiyatı Dergisi’ndeki yazılarını hep okurum; bu yazılarda çağdaş edebiyatımızın yazarlarına, verimlerine derin bir sevgi öne çıkar. Özsoy şimdi denemelerini derlediği ‘Kırklandım’la (Ötüken Yayınları) okurla buluştu. 
‘Kırklandım’ yalnızca bir denemeler kitabı mı; bir yandan da ‘cumartesi iç dökmeleri’yle bütün bu denemeler birbirine bağlanıyor ve bir öykü dünyası usul usul beliriyor. Zaten bütün denemelerde ‘anı-öykü’nün havası esiyor. Birbirine kenetlenerek bu denemeler ‘Kırklandım’a apayrı bir özellik katmış. Önce geniş bir yelpaze: Ahmet Hâşim’den Orhan Pamuk’a edebiyatımızda soluk alış. (Funda Hanım’ın edebiyatla nefes alabildiğini düşündüm, onun için hayatın atardamarı sanki edebiyat.) Batı edebiyatı’nın değerleri de bu gezintilerde karşımıza elbette çıkıyor; sözgelimi Virginia Woolf sık sık bizimle.
183. sayfada ben ve ‘Mel’un’um Funda Hanım‘ın kaleminden karşıma çıktı. ‘Mel’un’u biraz da Charles Dickens açısından irdeleyen yazar, derken Kemalettin Tuğcu’yu anımsıyor ve çocukluğumuzun bu eşsiz romancısını ne denli hor gördüğümüzü saptıyor. Acı bir anı da söz konusu: 
“(...) çocukluğumda Türkçe öğretmenimiz, Kemalettin Tuğcu’yu okutmaz, onu çocuklara uygun bulmazdı. Niçin peki? Onca acı çeken çocuğun maceraları gözyaşları içinde okunur, mutlu son gelsin diye sabırsızlanılır ve sonra da dudak bükülerek küçümsenir.” 
Ne yazık ki gerçekten öyle. Funda Özsoy Erdoğan soruyor: “Yoksa Selim İleri de mi Kemalettin Tuğcu’yu küçümsemiş, bilmek isterdim.” Hayır, asla! Kim bilir kaç kuşağın yeniyetme okurlarına şefkati ve vicdan duygusunu aşılamış Kemalettin Tuğcu’ya ben her zaman ödenmez gönül borcumuz olduğunu düşündü (Keşke yeniden Kemalettin Tuğcu okuduğum o günlere dönebilsem!)

 (         )

SELİM İLERİ

Mustafa Nihat Özön, “Geçmiş yüzyıllarda oluyormuş gibi birtakım olaylar icat etmek, bu olaylara çerçeve olarak bir çağın olaylarını ve yaşayışını vererek, hayalî kahramanlara gerçek süsü vermek, böylelikle tarih ve romanın ayrı ayrı uyandıracağı ilgiyi sağlamak” şeklinde tanımladığı târihî romanın, “romantizmin meydana getirip, usûl, kural ve geleneğini kurduğu bir çeşit” olduğunu ifâde eder;

Şehir kitapları ilgi çekicidir; zira bir şehrin kültürü, yaşam tarzı, adetleri, gelenekleri, geçmişten günümüze tarihi seyir içinde gelişim ve değişimi hakkında meraklısı için eşsiz bilgiler mevcuttur. Hele bir de okuduğu şehir kitabı kendi doğup büyüdüğü, ömrünün büyük bir kısmını geçirdiği bir yeri anlatıyorsa işte o zaman okuyucunun keyfine diyecek yoktur. Bölgeye has espriler, fıkralar, hikâyeler, nükteler arasında okuyucu adeta mest olur.

Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz hikayeci Emir Kalkan’ın Yurttaş Sokak adlı kitabını yeniden elime aldım ve sayfalarını çevirirken bu düşünceler yeniden zihnime üşüştü. Emir Kalkan, Yurttaş Sokak’ta doğum büyüdüğü yer olan Kayseri’yi anlatıyor.

Rahmetli Tarık Buğra’nın Gençliğim Eyvah isimli bir romanı vardır. 1977 yılında Tercüman’da tefrika edilen ve 1979’da kitap olarak basılan bu romanda, bir nesli mahveden ve Türkiye’yi 12 Eylül darbesine götüren hadiselere çok farklı bir açıdan yaklaşılır. Tarık Buğra, Siyah Kehribar’dan sonra en çok eleştirilen bu romanıyla beğenilmediği ölçüde övündüğünü, hatta en önemli romanının Gençliğim Eyvah olduğunu söylerdi. Şu sözleri kendisiyle yapılan bir röportajdandır: “Gençliğim Eyvah, Türkiye’nin romanıdır. Politikaya bulaştığımız ölçülerle hepimiz varız onda. Aynaya niçin kızıyorlar?”

Türk tarihinin dönüm noktalarından biri olan Çanakkale Zaferi, günümüze kadar geçen yüzyıllık süre içerisinde birçok edebî esere konu edilmiş; vatan, millet ve özgürlük uğruna can veren şehitler hatırlatılmaya çalışılmıştır. Bu savaş sırasında yaşanan kahramanlıkları unutturmamak isteyen sanatçılarımızdan biri de Oyhan Hasan Bıldırki olmuştur. Koçaklar 1915 Çanakkale eserini kaleme alan Oyhan Hasan, bu eserinde geleneksel anlatı tekniğiyle modern anlatı türlerini harmanlamaya çalışmıştır. Yani, Türk kültür tarihinin temel taşlarından biri olan Dede Korkut Hikâyeleri’ndeki üslubu kullanarak Çanakkale Zaferini anlatmayı denemiştir. Böylece okuyucusuna hem Çanakkale’yi ve Dede Korkut’u hatırlatmayı istemiş hem de Türk tarihini bir bütün olarak ele almıştır. Kaynak olarak Dede Korkut Hikâyeleri ile Koçaklar 1915 Çanakkale eserini kullandığımız bu çalışmada, eserde geçen olaylar aracılığıyla Çanakkale’de yaşanan kahramanlıklardan kesitler sunmanın yanı sıra eserle hikâyeler arasındaki söylem benzerliklerini tespit ederek Dede Korkut ağzının günümüzde hâlâ var olduğunu göstermek hedeflenmiştir.

Bozkır, Kuş ve Balık

   “Özgürlük sandığınızın esaret, güç sandığınızın en zayıf yan, cesaret dediğinizin en büyük korkaklığınız olduğunu öğrenmeye dayanabilecekseniz, buyurun başlayalım…” diyor Bozkır, Kuş ve Balık romanının yazarı Yeşim Monus. Çünkü o, insanın ruhundaki siyah ile beyazı, iyi ile kötüyü, fedakârlık ile bencilliği, sevgi ile nefreti yani bütün zıt duyguları ve kavramları romanın kahramanları üzerinden bizlere hatırlatıyor. Bu hatırlatma ile okuyucuyu âdeta bir yüzleşmeye davet ediyor. Hikâye içinde hikâye barındıran o müthiş kurgusuyla, romanı bir solukta okunur kılıyor.

Okuyucuda tesir bırakan, roman kahramanlarının özelliklerinde insanın ruhuna dair izler bulduran ve belki de farkında olmadan zihin dünyasında kişiyi kendisiyle ya da çevresiyle konuşturan kitap, insan fıtratının ne kadar karmaşık olduğunu da ortaya koyuyor.

Bizimkisi Bir Ocak Hikâyesi… Dünyayı ocak, ocağı da dünya belleyenlerin hikâyesi… 'Bir gençlik ölümü bende saklı' dizesinde kendisini çengele asılı gibi hisseden nizâm-ı âlem yüreklilerin, kuralları galipleri koyduğu dünyaya itiraz edenlerin hikâyesi… Ve belki de 'hiç kazanamayacaklar'ın ama hep direneceklerin hikâyesi…

Bizimkisi Bir Ocak Hikâyesi… Kendi isimleri söz konusu olunca, yüzleri kızaran, boğazları düğümlenen, sırtlarındaki 'kaçaklık yükü' analarının cenazesine bile gitmekten kendilerini alıkoyarken, bazen siyasetin pis zulalarında boğulanların da hikâyesi…

12 Eylül sonrası yeniden toparlanmaya yönelmiş ülkücü gençleri Bizim Ocak dergisi, teşkilatları çevresinde 80'lerin ve oradan 90'ların dünyasına ulaştırmaya çalışan kuşağın önemli isimlerinden Adnan İslamoğulları'nın geçtiğimiz aylarda yayınlanan kitabı bu bahsettiğimiz “hiç olmayan eleştiri tarihine” alternatif bir yayın olarak değerlendirilebilir. Bizimkisi Bir Ocak Hikayesi (Ötüken Yay.) ismini taşıyan ve İslamoğulları'nın farklı zamanlarda ülkücülük ve ilintili biçimde gündem üzerine kaleme aldığı denemelerden meydana gelen kitabı, Durmuş Hocaoğlu'nun vakti ile sorduğu soruların, getirdiği yıkıcı eleştirilerin gerisinde kalsa da “kendisi üzerine hiç düşünmeyen” bir yapının varlığı dikkate alındığında yine de önemini koruyor. İslamoğulları'nın, kimi Türk Solu çevrelerinin yaptığı gibi salt örgüt güzellemesi basitliğine düşmeyen ve propagandist dilin retoriğine kapılmayan kitabının, zaman zaman getirdiği özeleştiriler ile Hocaoğlu'nun yıllar evvel açtığı bu koridora eklemlenebilecek bir yayın olduğunu söylemek mümkün.

Atilla’nın Kalkanı; Doğu Roma’nın görkemli, fethedilemez diye düşünülen Margus Kalesi’nden çıkıp amcasının ölümünden sonra tahta geçen Hun Hakanı Atilla’ya giden elçilik heyeti ile başlar. “Heyetin etrafı bir anda rüzgârla yarışırcasına at koşturan Hun süvarileri tarafından” çevrelenirken daha ilk sayfalarda içimize dolan heyecan, eserin sonuna kadar –artarak- devam eder.

“Teşkilat-ı Mahsusa”, siyasî ve askerî tarihçiliğimizin her zaman en fazla tartışılan konularından biri olmuştur. Kimine göre hem devletin sınırları dâhilinde hem de dünyanın dört bir köşesinde Devlet-i Âlî’nin menfaatlerini gözetmek ve gerekli operasyonları yürütmekle görevli tam teşekküllü bir teşkilat, kimine de göre de sınırlı sayıda “gerçek devlet görevlisi”nin yanında kahir ekseriyetini gönüllülerin oluşturduğu, acil ihtiyaçlara cevap vermesi için geçici bir süreliğine kendisinden hizmet beklenen bir yapı. Yakın dönemde Teşkilat-ı Mahsusa ile alakalı birden fazla yayın yapıldığı görülüyor. Bunların sonuncusu da Dr. Mehmet Bilgin tarafından kaleme alınan ve Ötüken Neşriyat tarafından Ocak 2017’de yayımlanan Teşkilat-ı Mahsusa’nın Kafkasya Misyonu ve Operasyonları (616 sf.) kitabı. 

Misli Baydoğan “Hû Diyen Karga”da Selçukluların savaş ve kahramanlık hikayelerini bilge bir kargadan dinlemeye davet ediyor. Baydoğan’ın gerçeğe sadık anlatıları hem o dönemi daha iyi anlamamızı sağlıyor hem de zihinlerde edebi lezzet bırakıyor.

Roman otantik öğeleri barındırmasının yanında yazarın hayal gücünün yansıması olan kurgularla da ilgiyle okunan bir eser olmuştu. Gelenek göreneklerden yola çıkarak birçok geçmiş zaman hikâyeleri, söylentileri de romanda önemli yer tutmakta.

Şükrü Karaca’nın Ötüken Yayınları (1993) arasında çıkan şiir kitabı  Ânestü Nâra, elden düşmeyen şiir kitapları arasındadır.

120 Kayıt bulundu Toplam 6 Sayfa << < 1 2 3 4 5 6 > >>
Kitabınız sepetinize eklendi
Kapat